Şehir bir tütsü gibi yanıyordu
Ve bi
linçlerimiz gürlüyordu onun dumanında
Saraybosna adlı bir şiirden alınmış bu mısralar hangi
şaire ait dersiniz?
Ünlü
Sırp şair Radovan Karadžić’e.
Bir isim benzerliği yok. Bu duygu yüklü mısraların sahibi nam-ı diğer “
Bosna Kasabı” olarak Uluslararası
Ceza Mahkemesi’nde yargılanan Radovan Karadžić.
Bu aralar keşke işi gücü bırakıp Türkiye’de bir gazetede köşe yazmaya başlasa dediğim Slavoj Žižek, “Bosna’daki etnik
temizlik şiirin başka araçlarla sürdürülmesiydi” diyor.
Žižek ’e göre Bosna Savaşı sırasında “Balkanlar’daki etnik kabile savaşlarından” dem vuran, ‘dengeli’ konuşmalar yapan Batı’daki hümanist liberal eşit-mesafecilik, böylece Sırp bakış açısını onaylıyordu. Batı’nın
Bosna savaşından aldığı dersi ise şöyle
tarif ediyor Žižek:
Taraf olmaktan kaçmanın yolu yoktur, çünkü tarafsızlık da taraf olmayı içerir.
Yani bu aralar çok moda olan “amaca gidilirken izlenen yöntem amacı da belirler” klişesi de “
iktidar odakları çarpışıyor, bu kavgada taraf değiliz” pozisyonu da her durumda doğru olmayabilir.
Bu entelektüel yanılsamalar bazen sizi, gözyaşları içinde şiir yazarak tepelerinden Saraybosna’yı vuran Karadžić’in yanına doğru sürükleyebilir.
Bazen de
Ertuğrul Özkök’ün köşesine...
Gördüğünüz gibi daha bir hafta önce tutmaya başladığım
Ertuğrul Özkök orucumu şu dakika itibariyle bozmak zorunda kaldım.
Çünkü demokratların “Bu hafta sıra kimde” diyerek kâbuslarına giren köşesinde geçen hafta iki ismi daha ağırladı. Ve konu bir tarafıyla benimle de ilgiliydi.
Bu haftaki piyangoyu kazanan talihsizlerden biri olan Ayşe Kadıoğlu’nun geçen
pazar günü
Radikal İki’de çıkan yazısı, benimle
Amberin Zaman arasında geçen bir tartışmadan hareketle yazılmıştı.
Amberin’in adını bile anmadığım ve sadece onun Başbuğ’un entelektüelliğiyle ilgili tesbitinin
erken bir tesbit olduğunu bir cümlede kibarca ifade etmeye çalıştığımı zannettiğim bir yazımı ‘hoyratça’ bulmuştu Kadıoğlu. Amberin’in ismimi başlığına taşıdığı cevabı ise ‘yeni demokrat dilin nişanelerinden’ biriydi. Bu kıssadan hisse üzerine her zamanki inceliğiyle demokratlara ince bir ayar verdiği yazısını Özkök’ün köşesine taşıyan ise, politically correct olan şu satırları oldu:
“Ancak sadece sonuca değil, sürece de bakmak gerekir. Bunu samimi bir kaygı ile dile getiriyorum... Sonuçla süreç arasında
tercih yapmak zorunda değiliz (...) Siyaseti savunurken AKP’nin yanlışlarına göz yummak zorunda değiliz... Sevgili demokrat arkadaşlar, biliyorum, bize yıllardır liboş deyip duruyorlar ama hani biz demokrattık?”
Yıllardır bu ülkede
demokrasi mücadelesi vermesine rağmen ilk kez
türban tartışmaları sırasında aldığı üçüncü yolcu pozisyonla
Hürriyet tarafından keşfedilen Ahmet İnsel de şu sözleriyle girmiş Özkök’ün değişime karşı direniş günlüğüne:
“Şimdi sorun, bu iktidar mücadelesinden otoriter laikçi cepheye karşı muzaffer çıkan muhafazakâr-demokrat ya da muhafazakâr-liberal cephenin bundan sonra ne yapacağıdır. Bu soruları soranları
vesayet rejimi yandaşlarıyla aynı kefeye koyanlar ise mücadelenin demokrasi değil sadece iktidar mücadelesi olduğunu ele verirler.”
Özkök bu alıntılarla verdiği tahribatın farkında olacak ki “O yeni “
kibir eliti”nin kabadayıları ayağa kalkacak, bu iki yazar üzerinde
terör estirecek.
Ve muhtemelen onlar da ya bu terörden etkilenip ya da komplekse kapılıp, dönüp bana bir güzel çakacaklar” diyerek ön de almış.
O halde en azından onun kehanetinde benden beklenen rolümü oynayayım. Herhalde şu tek sorunun cevabını aramak terör estirmeye girmez:
Türkiye’nin en politically incorrect isimlerinden birinin birdenbire politik doğruculuğa merak salmasından da mı şüphelenmediniz?
“Erbil’de uçakların alçak uçurulup üç beş bine yakın evin camlarının kırılmasını” öneren kudretli
kalem ne diye köşesinden bir zamanlar liboş diye linç ettiği insanların arkasına saklanarak karşı cepheye taş atıyor sizce?
Elinde atacak başka kurşunu kalmamasından olabilir mi? Belki de bu kavgada söyleyeceği kalmayan statüko, değişim karşısında politik doğuruculuk mevziine kadar gerilemiştir.
Ve Türkiye’deki değişim süreci karşısında,
Fransız Devrimi karşısındaki Edmund Burke tarzı bir “başımıza taşlar yağacak” muhafazakârlığına kapılanlar, gericiliğin “Bundan bir şey çıkmaz, olanı da bozacağız, bu yöntemlerle olmaz” retoriğine saplananlar da değişim karşıtlarının yanında farkında olmadan kavgaya dâhil olmuşlardır.
“Soru soranları vesayet rejimi yandaşlarıyla aynı kefeye koyanlar ise mücadelenin demokrasi değil sadece iktidar mücadelesi olduğunu ele verirler” diyenler. Merak etmeyin. Kimse sizi aynı kefeye koymuyor. Ama sizin bu mücadeleyi niye verdiğinizi anlamak için şu soruları da biz sormalıyız:
Bu bir demokrasi mücadelesi ise niye biz hep çamurlu tarlalardayız ve niye siz hep haklı çıkmanın konforunu süt banyonuzda politik doğrucu kokteyllerinizi yudumlayarak çıkarıyorsunuz?
Bu bir demokrasi mücadelesiyse, niye siz sürekli jüri masasında oturup
yumruk saymaktan, puan vermekten başka bir şey yapmıyorsunuz bunun için?
Bu bir demokrasi mücadelesiyse sizin ne işiniz var Ertuğrul Özkök’ün köşesinde?