Yıllar boyunca, kimin yakaladığı hakkında çeşitli hikayeler yazıldı. İnanılmaz kahramanlık destanları dizildi. Meğer Şemdin
Sakık’ı,
Barzani Türkiye’ye teslim etmiş.
Şemdin Sakık’ın anlatımı, Tuncer Güney’in editörlüğü altında Lagin yayınlarının piyasaya verdiği “Şiddetin Sefaleti” adlı kitapta Şemdin Sakık, nasıl ve kim tarafından yakalandığını, bizlerin andıçlanmasına kadar giden olayların iç yüzünü nihayet aydınlatıyor.
Kitabın en ilginç bölümü şöyle:
Beni
Yeşil yakaladı
15
Mart 1998’de
örgütten ayrılıp KDP peşmergelerine sığındım. Orada bulunan kardeşim Arif Sakık’la bir ev kiralayıp normal yaşama geçtik. Bu sırada KDP ve Türk yetkililer, Türkiye’ye getirilmemiz için bazı görüşmeler yapıp anlaşmışlar. 13
Nisan 1998’de başlarında Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım’ın bulunduğu beş kişilik bir
ekip bizi
Kuzey Irak’tan alıp Silopi’ye getirdi. Silopi’de tutulduğumuz üç saat boyunca öldüresiye kaba dayaktan geçirildik. Bu sırada birisi işkence gördüğümüz odanın kapısını çalıp içeri girdi: “Ankara’dan talimat var, bu kişiler öldürülmeyecek ve en kısa sürede mahkemeye çıkarılacaklar, onları artık dövmeyin...” haberi verdi. Sonra bizi Diyarbakır’a getirdiler.
Her gün
dosya karıştırdım
Beni Jandarma
İstihbarat Merkezi’ne götürdüler, bir odaya bıraktılar. Her gün sabahtan akşama dek dosyaları karıştırıyor ve çözemedikleri noktaları soru olarak bana yöneltiyorlardı. Hakkında bilgi istenen kişiler arasında
Cengiz Çandar, Mehmet Ali
Birand,
Akın Birdal,
Salim Ensarioğlu, Ahmet ve
Mehmet Altan kardeşler de bulunuyordu. Kısacası Türkiye’nin ne kadar önde gelen ismi varsa hepsi soruldu. Bu kişilerin örgütle ne tür ilişki içinde oldukları, örgütten para alıp almadıkları, neden Şam ve Bekaa Kampı’na gittikleri ve her biri hakkında ne düşündüğümü, sordular. Daha doğrusu ülkenin ileri gelen bu
gazeteci, yazar ve siyasetçilerinin örgüte yardımcı olduklarını, para karşılığında örgüt propagandası yaptıklarını
itiraf etmemi istediler.
Bunlara
hain diyeceksin
Açıklamaya, “bu şahsiyetleri...” diyerek başladım ki, “bunlar şahsiyet değil, bunlar birer hain, bu hainler diyeceksin...” telkiniyle konuşmamı kestiler. Yine de birine
iftira atmama kararlılığımı korumaya çalıştım: “Bu şahsiyetlerin örgütle ilişki içinde olup olmadıklarını bilmiyorum. Örgüt saflarında olduğum süre içinde onlarla hiç karşılaşmadım. Onları katıldıkları
tartışma programlarından ve gazete köşelerinden tanırım...” türünde bir şeyler söylediysem de, onları ikna edemedim. Hiddetlendiler: “Eğer itirafta bulunmazsan ‘istediğinizi yapın’ deyip seni askerin eline vereceğiz, sana ne yapacaklarını tahmin edebiliyor musun; kimi ırzına geçer, kimi cop sokar...” tehdidinde bulundular. Gece boyunca süren sorgudan bir sonuç alınamayınca bana üç gün hücre cezası verdiler. Üç gün hücrede tutulduktan sonra tekrar eski yerime alındım.”
İki gün sonra, kamuoyunda “iyi çocuk” olarak bilinen personelin de aralarında olduğu birkaç kişi bulunduğum odaya geldiler, önüme birkaç kâğıt koyup imzalamamı istediler. “Bunlar nedir? Gözlerimi açamadığım için okuyamıyorum, okumadan imzalamak istemiyorum” deyince, “bunlar öyle önemli şeyler değil, ifadelerinden arta kalanlardır, tutanaklar arasında unutulmuş ifadelerindir” dediler. Gözlerim uzun süre bağlı kaldığı için ağrıyordu. Sadece koyu puntolarla yazılmış isimleri görebildim. Hepsi de sorguda isimleri geçen insanlardı. Belgeyi imzalamayı kabul etmedim.
‘İyi çocuklar’ geldi
Beni Devlet
Güvenlik Mahkemesi
Başsavcılığı’na çıkardılar. Başsavcı “İsmi geçen şahısların en azından birkaçının örgüt bağlantılarını deşifre edersen özellikle kardeşin için yararlı olur. Tekrar düşün, yoksa senin için iyi olmaz” deyip tehdit etti. Beni savcılıktan alıp hâkimin huzuruna çıkardılar. Atfedilen iddiaların doğru olmadığını tekrarladım: “Ankara’nın merkezinde oturan, çalışan, telefonlarını dinlediğiniz kişilerin ne kadar PKK’li olduklarını bana sormanızı anlayamıyorum. Ben bu insanları nasıl tanıyabilirim ki! Bu sözlerim hâkim beye mantıklı gelmiş olmalı ki, başını sallayarak beni onayladı.”
Şemdin Sakık, bu
sorgulama sırasında, o dönemde 7
inci kolordu komutanı olan
Yaşar Büyükanıt’ın da hazır bulunduğunu açıkladığı kitabı, uzun süredir tam bilinmeyen bir çok konuyu aydınlığa çıkarmış oluyor.
Türk müteahite,
Yunan adası almak yasaklanmalı (!)
Şaka bir yana, geçen haftaki bir tartışma yüreğimi ağzıma getirdi.
Bild gazetesinin Yunan kriziyle ilgili yayınları arasında, bir de Yunan adalarının satılması önerisi vardı ya, hani ”Madem bu kadar borcunuz var, borcu olan da malını sattığına göre, sizler de Akropolis veya Ege adalarınızı satın.” deniyordu.
İşte bu durum bizim müteahhit-turizmcileri heyecanlandırmıştı ya...
Kimi bunun çok iyi bir fikir olduğunu, kimileri hangi adanın ne kadar para edeceğini, bazıları da nerelere nasıl
otel ve bina dikebileceklerini anlatmazlar mı!
Aman
Allahyüreğime bir ağrı girdi.
İster misiniz, bizim müteahhit-turizmcilerin, o canım Simi’yi Leros’u veya bize y
akın olanlarını satın almaya kalksınlar.
Adeta ter bastı.
Her yaz sık sık o adaları dolaşırım ve bu köşede de sizlere güzelliklerini, nasıl planlı şekilde geliştiklerini, her gelenin her istediği yere inşaat yapamadığını anlatırım.
Gözümün önüne bizim müteahhitlerin Adaları almaları ve kolları sıvamaları geldi.
Fazla değil, birkaç yıl içinde o canım yerleri mahvedivermeleri aklıma geldi.
Ne yani,
Bodrum kıyılarında işledikleri İnsanlık Suçlarını, yani yaptıkları o, betonları ucube inşaatları unuttuk mu ?
Valla ter bastı.
Dünyaya rezil oluruz.
Neydi, ne oldular diye, Uluslararası gazetelerde TV’lerde canımıza okunur.
Allah korusun.
Ak Parti böyle niyetliler varsa, ne yapıp edip engellemeli.
Yanlış mı söylüyorum ?
Baksanıza etrafınıza, canım kıyılarımızı nasıl rezil ettik. Bunca sabıkayla bir de Yunan adalarını mahvedersek, insanlığa karşı daha da büyük bir ayıp işlemiş olmaz mıyız!
Neyse sabah kan ter içinde uyandım da, bunun gerçek olmadığını gördüm.
Rüya imiş...