Bu Pazartesi günü yazdığım “Fikriye hanım’ı kim vurdu?” başlıklı yazımın sonu şöyle bitiyordu: “İki
uçak dolusu parlamenter... ‘
Ermeni Soykırım Yasa Tasarısı’ nedeniyle gene Washington’dalar...
Hafta boyunca ve belki ertesinde de konumuz bu olacak.
Neden?
Fikriye Hanım’ın nasıl öldüğünü gizlediğimiz ve
Malta Sürgünleri’ni yargılamadığımız için...
Birinci Cumhuriyet’in bu çok ağır virütük ve mikrobik kalıntılarından arınmadıkça, buralarda berrak, sağlıklı, bol oksijenli bir hayat söz konusu olabilir mi?
Aslında
cevap Osman
Hamdi’nin ‘
kaplumbağa terbiyecisi’ adlı olağanüstü tablosunda var.
Çok merak ederseniz, oradan devam
ederiz...”
Okurlarımızdan tahminlerimin çok çok üzerinde merak sinyali geldi.
Cevabı, bu Pazar gününe bıraktım...
***
Tabloyu anımsamayanlara da kısaca
hatırlatalım...
Kaplumbağa Terbiyecisi, Osman Hamdi Bey’in 1906 ve 1907 yıllarında iki farklı versiyonunu çizdiği tablosudur.
Belinden sıkı bir kemerle bağlanmış kırmızı uzun bir
giysi giyen sakallı bir adam,
mavi çinilerle kaplı eşyasız ve bakımsız bir odada, izleyiciye arkası yarı dönük biçimde dikilmektedir.
Başına, etrafına gelişigüzel bir yemeni sarılmış arakiye takmıştır. Adamın ayaklarının dibinde, yerdeki yaprakları yemekte olan kaplumbağalar vardır.
Bursa’daki
Yeşil Cami’nin üst katındaki odanın duvarlarındaki sıvalar ve çiniler yer yer dökülmüştür. Tablonun tek ışık kaynağı adamın önündeki alçak penceredir.
Ellerini arkasında kavuşturmuş olan adam bir ney tutmaktadır. Sırtında bir nakkare asılıdır ve buna bağlı bir mızrap boynundan aşağıya sarkar. Bazılarına göre adamın sırtında asılı olan şey, eskiden dervişler ve dilenciler tarafından kullanılan, hindistancevizinden ya da abonozdan yapılma dilenci çanağı olan keşkülüfukaradır.
***
Osman Hamdi Bey’in bu tablosu, özellikle ilham kaynağına dair net bilgilerin olmadığı dönemde, geri kalmış bir
toplumu çağdaşlaştırmaya çalışan bir aydının yorgun hâlini anlattığı şeklinde yorumlanmıştır.
Başka yorumlara göre, düşünceli biçimde dikilen adam,
sabır gerektiren zor bir iş olan kaplumbağaları terbiye etme işini, elindeki ney ve sırtındaki nakkareyi çalarak başarmayı ummaktadır.
Bu yoruma göre de terbiyeci Osman Hamdi Bey’in kendisidir.
Terbiyecinin zorlu işi elindeki
müzik aletleriyle halletmeye çalışması, Osman Hamdi Bey’in de değişime direnen bir toplumu sanat yoluyla çağdaş seviyeye getirmeye çalıştığını, bu yüzden sanat okulu ve müze açma girişiminde bulunduğunu vurgular.
Terbiyecinin, kaplumbağaları eğitmekte kullanacağı neyi üfleyemeyip arkasında tutması, Osman Hamdi Bey’in neyi üfleme, yani kaplumbağalar ile temsil edilen halkı eğitme kaygısından artık vazgeçtiği, çünkü derviş sabrının bile bir sonu olduğu şeklinde de yorumlanmıştır.
***
Emre Caner’in yeni yazdığı ve ikinci baskısını yapan “Kaplumbağa Terbiyecisi / Osman Hamdi Bey’in Romanı”nda da şu yorum var:
“Osman Hamdi de hayatı boyunca kimsenin bilmediği meslekler yapmıştı. Ressam olmuştu en başta. Sonra müze müdürü. Bir
arkeolog. Ardından da Güzel
Sanatlar Akademisi Müdürü. Onun kaplumbağa terbiyecisinden bir farkı yoktu aslında!”
***
Gerçekten hep aynı şeyleri tartıştıkça insan “Kaplumbağa Terbiyecisi”ni ister istemez
hatırlıyor...
Gerçekten umut kesilecek kadar ağır ve aksak mı gidiyoruz?
Bezginliği
iktidar kılacak bir yapısal eksiklik mi var?
Konular için belki
evet ama toplum için galiba hayır...
Osman Hamdi Bey çok haklı olarak yorulmuş ama bugün hepimizi çok umutlu kılacak çok daha farklı bir toplumsal ateşten söz
edebiliriz...
Her şeye rağmen kaplumbağa yavaşlığından sıyrılıyor gibiyiz.
İyi ve umutlu Pazarlar...