Ezberlerimize güveniyoruz. Ezberlerimiz sayesinde emniyette hissediyoruz kendimizi. Ezberlerimiz bizi hakikatten koruyor... en azından bir süre için.
Dün gazetenin sabah toplantısında, Tuncer bir anketin sonuçlarını anlatıyordu. Doğal
Afet Sigortaları Kurumu’nun araştırmasına göre, İstanbullular evlerinin kayalık zemin üzerinde olduğunu düşünerek olası bir deprem tehlikesi konusunda kendilerini rahatlatıyorlarmış. Sonra Ertan atıldı: “Ben de öyle düşünüyorum.” Pelin, Yıldıray, derken... bir baktık ki çoğumuz, evlerimizin kayalık zemin olduğuna inanıyoruz ama pek azımız bunun gerçekten böyle olduğunu biliyoruz. “Bizim eve bir şey olmaz” ezberini, son depremde bizimkine benzer birçok eve “bir şey” olduğu hakikatine rağmen sürdürmek rahatlatıyor bizi, kendimizi emniyette hissetmemizi sağlıyor; riske karşı önlem alma zorunluluğundan kurtuluyoruz.
Televizyonlarda, “
Türkiye’de artık asla
darbe olmaz” diye kendilerinden gayet emin konuşan yorumcuların hali de pek farklı gelmiyor bana. Doğrusu, darbe konusunda ben de “olmaz olmaz” demeye yatkınım... “Darbelerin arkasındaki güç Amerika’ydı, NATO ordusu Amerika’ya rağmen darbe yapamaz” diyorum ve Amerika’nın bugün artık Türkiye’de darbeyi
desteklemeyeceğine inanıyorum. Darbeciliğin dış güçlere o kadar da ihtiyaç göstermeyen post-
modern ya da post-postmodern versiyonları da çok fazla telaşlandırmıyor beni. “Toplumun hışmı ve Avrupa’nın tepkisi sayesinde bu girişimler de caydırılır; ordu içindeki demokrat
subaylar düdük çalarlar, basını uyarırlar; yargı devreye girer, hükümet sağlam durur...” terennümleri, tıpkı evimin kayalık zeminde olduğu inancı gibi avutuyor beni; kendimi emniyette hissediyorum.
Oysa bir yandan da, Taraf’ın iki buçuk yıla yaklaşan gazetecilik çabasının ortaya çıkardığı “ezber bozan” gerçekler var.
Genelkurmay Başkanlığı’nın önceki gece bir “U dönüşü” bildirisiyle, “Gerçek olabileceği yönünde yeni deliller bulundu” dediği
İrticayla Mücadele Eylem
Planı var, örneğin.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un kendi karargâhında 2009 nisanında hazırlanmış bir plan bu; yani üzerinden henüz bir yıl bile geçmemiş.
Planın hazırlanışı ve kopyalarının imhası konusunda birçok ayrıntıya
vakıf olduğu, sonradan
tanık ifadeleriyle de teyit edilen bir ihbarcı,
Albay Dursun Çiçek’in bu planı, dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı ve bugünkü Birinci
Ordu Komutanı Orgeneral Hasan Iğsız’ın emriyle hazırladığını öne sürmüştü. Belgede “ıslak imzası” bulunan Çiçek belki “bir numaralı” zanlı ama tek zanlı değil. Iğsız’ın bu emri verip vermediği, verdiyse bu emri Başbuğ’dan alıp almadığı soruları yanıtlanmak zorunda. Iğsız veya Başbuğ ya da her ikisi birden,
ekip çalışmasına dayandığı anlaşılan bir suç planının yanıbaşlarında yazıldığından habersizseler, demek ki karargâh büsbütün sahipsiz, yani durum yine çok vahim.
Peki, İrticayla Mücadele
Eylem Planı ne öngörüyor? “AKP hükümeti ve
Gülen grubunun faaliyetlerine son vermek için” çalışılmasını. Çalışacak olan kim? Genelkurmay Bilgi Destek Şubesi elemanları ve “Gülen cemaatine ait evlere
silah yerleştirmek” için de ilgili bölgelerdeki askeri birimler.
İrticayla Mücadele Eylem Planı, belki klasik anlamda tam teşekküllü bir askerî darbenin değil ama seçilmiş hükümetin faaliyetine son verme amaçlı bir komplonun Türk Silahlı Kuvvetleri’nce hayata geçirilmesini öngörüyor. Ve öyle anlaşılıyor ki, bu plan Erzincan’da kısmen uygulanmaya başlamış. Nitekim önceki gün kabul edilen
iddianame, Üçüncü Ordu Komutanı Orgeneral Saldıray Berk’i sadece
Ergenekon örgütü mensubu olmakla değil, İrticayla Mücadele Eylem Planı’nı uygulamaya koymakla da itham ediyor. Dahası, Üçüncü Ordu’nun
Mart 2009’daki yerel seçimler sonrası ve
2011 genel seçimleri öncesinde “darbe” hazırlığı yapmayı gündeminde tuttuğu da bu iddianamenin parçası. Velhasıl, bir yıl öncesini ve bir buçuk yıl sonrasını ilgilendiren bir “darbe” hevesinin
muvazzaf bir ordu komutanına atfedilmesi söz konusu.
Üstelik bu atıf, 2002-2003 yıllarında,
Birinci Ordu’da kapsamlı bir darbe hazırlığı yapıldığını yansıtan binlerce sayfalık
belge, Türkiye tarihinin en önemli soruşturmalarından birine konu olurken gerçekleşiyor. Malum,
Balyoz soruşturmasında, 69 muvazzaf ve
emekli subay “darbeye teşebbüs” ile suçlandı...
Bir an için durup ama gerçekten durup düşününce, aslında bütün bunların aynı tablonun irili ufaklı bul-yap parçaları olduğunu kavrıyor insan. 2003’teki Balyoz’dan 2009’daki İrticayla Mücadele Eylem Planı’na, yedi yıl önce Birinci Ordu’da yapılan siyasi egzersizlerden bu yıl Üçüncü Ordu’da yapıldığından şüphelenilen çalışmaya kadar deşifre olmaya başlayan bütün
hazırlıklar, aynı
darbeci zihniyetin tezahürleri. Seçimle işbaşına gelmesinden hemen sonra AKP hükümetini asker katkısıyla, asker komplosuyla devirmek için kolların sıvandığı anlaşılıyor. Daha beteri, aynı hevesin 2011’de AKP’nin üçüncü kez genel seçimleri kazanmasına engel olmak üzere bugün hâlâ canlı tutulduğunu düşündüren bulgular...
Ne dersiniz, bütün bunlar ezber bozmaya yetmez mi? “Asla darbe olmaz” ezberimizi yeniden gözden geçirmekte fayda yok mu sizce? “İç ve dış destekleri sınırlı kalacağından, darbe yapmayı başaramazlar belki ama birileri hükümeti asker komplosuyla devirmeyi deneyebilir, darbe ortamı oluşturmak isteyebilir, bunun için
kaos yaratabilir, suç işleyebilir” diye düşünmek ve darbeciliğin cezalandırılması için çalışmak gerekmiyor mu? Sahi siz, “Canım, askerî darbeler devri geçti, biz
sivil darbe tehlikesini konuşalım” diyenleri tehlikeli bulmuyor musunuz?