Önceki gece
sosyal bilimler aşkına, birkaç kişi toplanmış sabahlıyorduk.
Tamam, okuyana vay vay vay dedirtecek bir giriş oldu ama durum aynıyla vaki.
Bir arkadaşımız, hazırladığı tezin taslağını okuyup yüksek fikirlerimizi vermemizi istemişti. Elimizden geleni yapıyorduk ama göz kapaklarımız saatler ilerledikçe
akrep ile yelkovanın dur ihtarına ateşle karşılık veremiyordu ne yazık ki.
Sabaha karşı saat 2 varız, saat 3 varız, saat 4’e gelirken ise
beyin ölümü gerçekleşmiş yaratıklar olarak yokuz.
Tıpkı eski sınav gecelerindeki gibi...
O sırada kapı çaldı.
Çıkınında her an kötü espri taşıyan
gündem insanı Vatoz hemen bağırdı: Sütçüdür!
Asisti aldım ve Güiza’ya inat topu ağlarla kucaklaştırdım: Yaşasın
demokrasi!
Ve sevinçle birbirimizle kucaklaştık...
Gelen sütçü değildi elbette, “eyvah geliyorlar” kıvamında birileri de değildi...
Âlemlere akan ve anahtarını almayı unutan arkadaşımızın kardeşiydi.
Ancak yaptığımız minik gösteri, tez sahibinin bize ilişkin tüm tezlerini yıkmış olacak ki, gecenin devamında vitesi boşa attık.
Sabahın 4’ünde kapıyı çalacak sütçünün başına gelebileceklerden söz ettik önce.
Sonra mevzu döndü dolaştı o gün hayatını kaybeden
İhsan Doğramacı’ya geldi.
O gece orada bulunanların tevellütleri gözönüne alınırsa gelmemesi de imkânsızdı zaten.
80 sonrası YÖK’ün ilk kuşak mağdurlarıydık.
Bir çırpıda okuldan atılmalar, polis işbirliğinde
disiplin soruşturmaları, çoğu lise öğretmeni tadında Prof’lar demekti üniversite ortamı.
Ve o zamanlar İhsan Doğramacı bizim için tek bir şeyi temsil ediyordu: 12 Eylül’ün mirası olan, kurucusu olduğu YÖK’ü...
Üniversitede hayal kırıklığını yaşamıştık hepimiz.
Kimimiz ise hayat kırıklığını...
O hayat kırıklığını yaşayanlardan biri de bir okul arkadaşımızdı.
Sene 1987’ydi, ikinci sınıfa yeni başlamıştık.
YÖK Kanunu’nun meşhur 44. maddesi öğrenci tayfasını kırıp geçiriyordu.
Bu maddeye göre tek bir
dersten bile iki sene üst üste kalan okuldan hemen atılıyordu.
Hiç unutmuyorum o zamanlar Doğramacı bu maddeyi, “üniversitede başarıyı arttırıyor” diye savunmuştu.
Ancak okul arkadaşımız İsa Tanrıverdi’nin şimdi unutulan hikâyesi hiç de öyle bir başarı öyküsü olmamıştı.
İsa, ikinci senesini bitirdiğinde birinci sınıftan kalan iki dersi vardı: Medeni Hukuk ve Roma Hukuku. (Kısa süre önce Roma Hukuku’nun seçmeli ders yapıldığını not düşelim.)
Ve bu nedenle üniversiteden atılmıştı.
Sistem çok acımasızdı, ne bir af umudu vardı ne de hocaların gösterdiği hoşgörü.
Üniversitelerin ruhu ele geçirilmiş ve oraya adeta “YÖK’ün dediği olur” yazısı kazınmıştı.
İsa atılmayı kaldıramadı.
Kaldığı öğrenci yurdunda banyoya girip kendini duşa astı.
Henüz 20 yaşındaydı.
Yazıyı yazmadan önce internetten Milliyet’in
gazete arşivine baktım.
24
Ekim 1987 tarihli gazetede çıkmış haber.
Kupürün üst tarafında acı haberi öğrenince
protesto eylemi yapan
yurt arkadaşlarının fotoğrafı var.
Yüzlerine iki numara büyük kocaman
kemik çerçeveli gözlükleri olan, brek dans paça kot pantolonlu, kazaklarını kotlarının içine sokmuş, beyaz havlu çoraplı, iki arada bir derede kalmış 80 sonrası gençliği.
Yanda ise İsa’nın
siyah beyaz bir resmi...
Yaşasaydı şimdi 43 yaşında bir hâkim veya savcı olacak olan İsa’nın.
Amacım bir ölünün ardından başka bir ölümle
hesap sormak değil.
Sadece ancak geçen zaman içinde anladığım bir şeyi söylemek istiyordum.
İki ayrı İhsan Doğramacı var.
Biri İsa’nın hayatını karartan, binlerce öğrenciyi ve akademisyeni üniversiteden atan, aklını 12 Eylül’ün hizmetine veren YÖK’ün kurucusu Doğramacı.
Diğeri ise yaptığı hizmetler saymakla bitmeyecek, bilimsel çalışmalarıyla tıbba büyük katkı yapmış, dünya çocukları için çalışmış,
modern üniversiteler kurmuş bir dahi.
Bir hayatın negatif ve pozitif yanları.
İnsan keşke birincisi hiç olmasaydı diyor.
Söyleyeceğim budur!
Allah rahmet eylesin.