Mustafa
Balbay,
mahkeme sorgusunda Darbe Günlükleri’nin Nokta’dan önce kendilerine gittiğini fakat yayımlamadıklarını anlatmıştı. Balbay’ın bu açıklaması,
Cumhuriyet gazetesinden bile
eleştiri aldı. Mesela Hikmet Çetinkaya,
internet sitesi T24’ten Selin Ongun’a verdiği söyleşide şöyle dedi:
“O belgenin Nokta’nın eline geçmeden sekiz ay önce
Mustafa Balbay’ın elinde olması ve onu yayımlamaması bence en büyük gazetecilik hatasıdır. Bu yüzden Mustafa Balbay’ı affetmem. Öyle bir haber benim elimde olacak da ben onu yazmayacağım! Zaten Mustafa Balbay o haberi yazsaydı bugün
tutuklu değildi. Onun Mustafa Balbay’ın elinde olduğunu da ne
İbrahim Yıldız, ne Cüneyt Arcayürek ne yazı müdürü ne de haber müdürü bilebilir. Ama öyle bir haber bizim elimize gelseydi manşetti.
Gazeteci bu tür haberleri arşivlemez, yayımlar. Bu kadar basit.”
Tartışmak istediğim konunun dışında ama, söylemeden geçemeyeceğim: Sözünü ettiğimiz günlerde Cumhuriyet, okurlarını “şeriat tehlikesinin farkında olmaya” çağıran
militan bir gazetecilik yapıyordu ve –şurada yüz yüze bakıyoruz- askerî müdahaleye yeşil ışık yakıyordu. Meseleye bu zaviyeden bakınca, Çetinkaya’nın iddialı sözleri fazla inandırıcı gelmedi bana.
Gelelim asıl meselemize... Balbay, “neden yayımlamadınız” sorusuna birkaç seçenekli bir
cevap verdi. Bunların içinde “en önemlisi” (kendi vurgulaması) şuydu: “Çünkü, doğrulatamadım...”
Balbay’ın savunmasından şöyle bir sonuç çıkıyor: Gazeteci, sadece doğrulatabildiği haberleri yayımlar. Oysa bu doğru değildir. Bazı haberler doğrulatılamayabilir, hatta bazı haberlerin doğrulatılması imkânsızdır. Burada gazeteci ilkesi şudur: Haberin doğrulatılması için yapılabilecek her şeyi yapmak... Başka türlü söylersem, kriter “haberin doğruluğunu kanıtlama” değil, onun doğru olup olmadığı hususunda gerekli bütün çabayı göstermektir. Bunu yaptıktan sonra gazeteci hâlâ haberin doğru olduğu yönünde kuvvetli bir kanaat taşıyorsa, ve tabii kamusal olarak önemli bir haberse bu, o haberi yayımlamakla yükümlüdür.
Darbe Günlükleri’ni “doğrulatma”nın tek yolu, Özden Örnek’e “
evet, bunları ben yazdım” dedirtmektir. Demek Balbay bunu yaptı, “hayır” cevabı aldı ve böylece günlükleri yayımlamamaya karar verdi.
Hatırlayın, gazeteler Taraf’ın
Kafes Planı haberini bir hafta gecikmeyle yansıtmışlar, bunların bir bölümü de “Kafes”siz geçen bir haftada şu muhteşem gerekçeye yaslanmıştı: “Tamam da, nereden bileceğiz doğru olup olmadığını...”
Bir de soruyorlar, “bu haberler neden hep Taraf’a gidiyor” diye... Öyle oluyor, çünkü bu haberlerin “doğrulatılması” imkânsızdır ve haber size gelse, belli ki Balbay’ın da sığındığı o gerekçeye sığınacaksınız: “Doğrulatamadık, yayımlamadık...”
E, haber kaynakları da vakitleri ve sabırları sınırsız insanlar değil; sizinle niye uğraşsınlar ki!
-----------
Başarı etiği delirtiyor!
Dikkat ediyor musunuz, “başarı, başarmak” gibi kelimeler akla otomatik olarak iş hayatını ya da onunla bağlantılı başka
rekabet alanlarını getiriyor. Birinin “başarılı” olduğundan söz ettiğimizde, aklımıza mesela o kişinin çocuklarıyla ilişkisindeki başarı gelmiyor. Zaten etrafımız çocuklarıyla ilişkisini başaramamış “başarılı” erkekler ve kadınlarla dolu değil mi?
Yine soracağım: Dikkat ediyor musunuz, eskiden, işini kaybeden birinin birincil endişesi, bu dönemin ne kadar süreceği ve bu süre boyunca nasıl geçineceği olurdu. Oysa şu son 15-20 yılda işin kaybedilmesi, insanlara bir tür “aşağılanma”, varoluşuna bir saldırı gibi görünmeye başladı... Bu yeni ruh hali, hiç kuşkusuz “hep kazanmayı” va’zeden başarı etiğinin bir türevi...
Bu etiğin sonuçları,
yönetici konumundakiler ya da
toplumda daha yüksek mertebede görülen pozisyon sahiplerinde daha berrak görülebilir. Eskiden bu kategoriden kişiler işlerini kaybettiklerinde çoğunlukla insanlıklarını kazanırlardı (tabii geçici bir süre için); iş hayatındaki canavarlıklarının çok da anlamlı olmadığına dair belli belirsiz bir hissiyat geliştirirler, sakinleşirlerdi (tabii yeni bir yönetici konum elde edene kadar).
Artık öyle olmuyor. İnsanlar iş kaybını ya da iş hayatında “mağlubiyet” sayılan her şeyi varoluşunun inkârı gibi, adeta bir yokoluş gibi algılıyor. Son birkaç haftada “başarı etiği”nin
kral olduğu Batı’dan gelen üç haber, bu ürpertici süreçte nerelere gelindiğine dair önemli ipuçları taşıyordu.
Bu haberlerin en tazesini
14 şubat tarihli gazetelerde okuduk. Haber şöyleydi: “ABD’de bulunan Alabama Üniversitesi’ndeki kürsüsünden uzaklaştırıldığını öğrenen
öğretim görevlisi Amy Bishop, yanında taşıdığı silahını
profesörlere doğrulttu: Korkunç olayda üç profesör hayatını kaybetti, üçü de yaralandı.”
İkinci haber, öldürüldükten hemen sonra internette kendisine ait bir video bant yayınlanan Guatemalalı
avukat Rodrigo Rosenberg’e ilişkindi. Bantta, Rosenberg, “Bunu izliyorsanız, Devlet Başkanı Colom beni öldürtmüş demektir” diyordu.
Bunun üzerine Devlet Başkanı Colom cinayete
Birleşmiş Milletler’in el koymasını istemiş, olayı BM müfettişlerinin incelemesine razı olmuştu. Müfettişlerin raporuna göre, Başkan’ın yolsuzluk yaptığına inanan (buna inananların sayısı hiç az değil) fakat kanıtlayamayan Rosenberg, onu güç durumda bırakmak için
kiralık katil tutup kendisini öldürtmüştü.
Yunanistan’daki olayda ise kısa bir süre öncesine kadar ülkenin
yıldız spiker-gazetecilerinden Elena Skordeli, patronu Hacıkostis’i kiralık katillere öldürtmüştü. Sebep, işi babasından devralan Hacıkostis’in Skordeli’yi işten atmasıydı.
Dünya artık böyle: Mağlubiyet, “yokoluş” gibi algılanıyor. Halbuki mağlubiyet, insanlığını hissetmek isteyenlerin, onsuz edemeyeceği kadar kıymetli bir şey...
------------
TSK’daki ‘
sivil’ alerjisi...
Genelkurmay Başkanı
İlker Başbuğ, bazı çevrelerin “TSK’nın halkını düşman gördüğü” yönünde
propaganda yaptığını, bunun da “
ithal bir jargon” olduğunu söyledi
Habertürk ekibine. Oysa söz konusu eleştiri, Milli
Güvenlik Siyaset Belgesi çerçevesinde yapılıyor ve “kendi halkını tehdit olarak gören devlet” şeklinde yapılıyor. İkisi arasında çok fark var.
Bu
tartışma bende başka bir çağrışıma yol açtı: Darbe Günlükleri’nin “soft” bölümlerinde yer alan, “Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki ‘sivil’ alerjisi” mevzuu... Şu satırları, günlük yazarının, “Aşağıdakiler emekliye ayrılacağım şu sıralarda bende TSK yaşantımdan kalan bazı izler; bunlar tenkidler olarak yorumlanabilir” diye sunduğu bölümden aldım:
“(...) Sivillerin
yurt sevgisi eksiktir. Çoğunlukla onlar vatanlarını ve milletlerini düşünmeden şahsi yararları için hareket ederler. Onlar tembeldirler, çalışmaz ve bedava olarak para kazanmaya bakarlar. Bu nedenle TSK’daki herkes çok çalışır ve fedakâr oldukları için her şeye lâyıktırlar. Bu düşünceler ile nereye varılabilir. (...) Her şeyin öncüsü TSK’dır. Bu fikir o kadar yaygınlaşmış ve sivillere güven o kadar azalmıştır ki, TSK sonunda kendi yüksek
lisans eğitimi yapan enstitülerini kurdu ve ihtiyacı olan her şeyi özel
sektör veya devletin diğer kesimlerinden temin edecekken kendisi her şeye sahip olmaya başladı. Bu nereye kadar gidebilir ki.
Eğer arkadaşınız
devlet memuru değilse ya bir şirkette çalışıyor veya bir iş, ticaret sahibi kimsedir. İşte o zaman yandınız, size hemen suçlu ve menfaat sağlıyorsunuz gözü ile bakacaklardır. Siviller ile her temas muhakkak bir yarar karşılığında yapılmaktadır. Bu genel kanıdır.
Bu tip davranışlar ve düşünceler kapalı bir toplum içine kendini kapatan, çevresinden etkilenmeyen ve kendisini çevresine kapatmış insanlara özgüdür. İnsan içinden geldiği toplumu nasıl inkâr edebilir?”
İlginç, değil mi? Düşünün ki, burada sözü edilen “sivil”ler namaz kılan, camiye giden “sivil”ler değil. Onlara bile bu alerji varken, varın gerisini siz düşünün.