Çok-dinli ve çok-etnili
Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkıntıları üzerinde kurulan
Türkiye Cumhuriyeti, kuruluş yıllarının yaygın modernlik anlayışına uygun olarak,
Anadolu'nun
Müslüman halkından
Türkçe konuşan, Türk kültürüne bağlı ve resmi
İslam yorumuna bağlı, homojen (türdeş) bir Türk milleti yaratma
politikası izledi.
Bu kimlik politikasının esasları şöyle özetlenebilir:
Kürtler yok sayıldı.
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın (DİB) temsil ettiği resmi
Sünni İslam yorum dışında kalan İslam'ın halk yorumları (tarikatlar) yok sayıldı. İslam'ın heterodoks bir yorumu olan, yani İslam ile başka inançlardan unsurları birleştiren
Alevilik yok sayıldı.
Lozan anlaşmasıyla dinsel ve kültürel haklar tanınan gayrimüslimler ise ülkeyi terke
teşvik edildi.
Bu politika kısmen başarılı oldu. Anadolu dışından gelen, farklı etnik kökenlerden Müslümanlar
gönüllü olarak Türklüğe asimile oldular.
Kürtlerin önemli bir bölümü de Türkleşti, ama çoğu buna direndi; Süleyman Demirel'in hesabıyla (sonuncusu
PKK olan) 29 Kürt isyanı yaşandı. Tarikatlar ortadan kalkmadılar, ama modernleşmeye ayak uydurdular. Alevilerin bir kısmı kimliğini yitirdiyse de, büyük bölümü kimliklerini korudu. Gayrimüslimlerin çoğu ülkeyi terk ettiyse de, bir bölümü kalmakta direndi.
Soğuk Savaş'ın sona ermesinden sonra, resmi kimlik politikalarının özgürlükçü ve çoğulcu bir demokrasiyle ne denli bağdaştığı sorusu giderek genişleyen kesimler tarafından sorulmaya başladı. Nihayet,
Avrupa Birliği'ne
katılım süreciyle birlikte, resmi kimlik politikaları gözden geçirilmeye başladı.
Kürtçe konuşma, yayın yapma, öğrenme, isim koyma yasakları kaldırıldı. Aleviler kentlerde cemevlerini ve derneklerini kurmaya başladılar. Kürtlük de,
Alevilik de resmen olmasa da fiilen tanındı. Gayrimüslimlerin hakları üzerindeki kısıtlamaların bir bölümü kalktı.
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti, geçen yıldan, yani 2009'dan itibaren giriştiği "
Demokratik Açılım Süreci/Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi" ile birlikte, gerek Kürtlerin, gerekse Alevilerin ve gayrimüslimlerin demokratik taleplerinin karşılanması yönünde bir inisiyatife öncülük ediyor. Bu inisiyatifin önemli bir parçası, kuşku yok ki, Haziran 2009-Ocak 2010 arasında yapılan ve hükümetle Alevilerin hepsinin değilse de önemli bir bölümünün temsilcilerini bir araya getiren, yedi
Alevi Çalıştayı. Geride bıraktığımız hafta, çalıştayların ön raporu yayımlandı;
Taraf gazetesi de önemli bir
hizmet yaparak, raporun tamamını yayımladı (9
Şubat).
Bana göre önraporda dile getirilen güçlüklerin ortaya koyduğu başlıca nokta şu: Türkiye'nin dini devletin denetimi altında tutma ve dinsel özgürlükleri kısıtlama ilkelerine dayalı mevcut otoriter
laiklik politikalarını sürdürmesi halinde, halkının demokratik taleplerini karşılama imkanı yoktur. Bunu belki en iyi ortaya koyan da, Alevi talepleridir. Aleviliğin yorumları ve farklı kesimlerden Alevilerin talepleri o denli farklıdır ki, Aleviliğe mevcut
sistem içinde bütün Alevilerin kabul edebileceği bir statü kazandırmak başarılması imkansız bir iştir.
Türkiye, yalnızca yasalar anlamında değil gerçek anlamda laik, yani din özgürlüğünün tanındığı bir
toplum haline gelecek ise, din ile devleti ayırmak ve yurttaşlarını (insan haklarıyla çelişmediği sürece) dini inançlarında ve
ibadetlerinde serbest bırakmak zorunda. Bu yolda gidilecek daha çok yol var. Yine de çalıştaylarda bu yönde en azından iki fikrin
taraftar bulması sevindirici: DİB'in "orta ve uzun vadede" özerkleştirilmesi ve tüm yurttaşların DİB'i vergileriyle finanse etmek zorunda tutulmalarına son verilmesi.
Alevi taleplerinin karşılanmasına yönelik olarak kısa vadede atılabilecek somut adımların ne olduğu da ortaya çıkmış: Yasal mevzuatın ve eğitim müfredatının ayrımcılığı besleyen unsurlardan arındırılması. Cemevlerine, öteki ibadet yerleriyle aynı imkanların tanınması. Mevcut haliyle zorunlu din derslerine son verilmesi.