Zaman, gerçekten yana işliyor.
Ya da
Anayasa Mahkemesi Raportörü Doç. Dr.
Osman Can’ın dünkü Vatan’da Mine Şenocaklı’ya söylediği gibi, “
Türkiye’de cumhuriyet, cumhuriyet olmaya 2000’li yıllarda başlıyor.
Cumhuriyet içerik kazanıyor, olgunlaşmaya, ‘cumhur’un olmaya başlıyor.”
Yani zaman, demokrasiden yana işliyor.
Başbakan Erdoğan da, geçen hafta, Birinci Ordu’da 2003’te yapılan
darbe hazırlığından, o dönemde haberdar olduklarını ima etmiş ve bu bilginin gereğini daha önce yapmamalarının sebebini, “Neden yedi yıl beklediniz diyenlere diyorum ki, Türkiye bu demokratik olgunluğa bugün ulaşmıştır” diye açıklamıştı.
Çalışma ve Sosyal
Güvenlik Bakanı Ömer
Dinçer’in sözleri, Erdoğan’ın bu açıklamasını teyit etmekle kalmadı, bir adım da ileriye götürdü.
Dinçer, Bugün gazetesinde dün yayımlanan mülakatında, Seda Şimşek’in “
Başbakanlık Müsteşarı olduğunuz dönemde (2003-2007) hazırlanmış
darbe planları ortaya çıkıyor” demesi üzerine aynen şöyle konuşuyor:
“O planların yapıldığı dönemde, biz onların bilgisini almıştık. Birçok plandan zamanında haberimiz oldu.
Balyoz Harekâtı’nda olduğu gibi, ona benzer ama farklı türde simülasyonların hepsinden haberimiz vardı.”
Şimşek, “Nasıl bozuldu bu planlar” diye sorunca, Dinçer bu kez daha kısa ama tereddütsüz bir
cevap veriyor:
“Zaman ve yargı süreçleri bunu gösterecek.”
Zamana ben de güveniyorum; zamanın her yerde olduğu gibi Türkiye’de de gerçekten yana işlediğinden, doğruların “er” ya da “geç” ortaya çıkacağından hiç kuşkum yok.
Yargıya da güvenmek istiyorum.
Ama doğrusu, Türkiye’de yargının gerçekle ilişkisi, zamanın gerçekle ilişkisi kadar “garantili” görünmüyor bana...
Yargının, gerçeği ertelediğinden, doğruların “er” yerine “geç” ortaya çıkmasına yolaçtığından kuşkulanıyorum.
Zira bu
ülkede yüksek yargının zamana, demokrasiye ve cumhur’a direnen kararlar verdiğine az
tanık olmadık; “önce
adalet” yerine “önc
e devlet” diyen yargı mensuplarının sayısının çokluğunu görüyoruz; yargı kurumlarının aldığı kararlar sayesinde, Türkiye’nin
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde en çok mahkûm olan ülke durumuna düştüğünü biliyoruz.
Yine de Türkiye değiştikçe, cumhuriyet cumhuriyetleştikçe, Başbakan’ın söz ettiği “demokratik olgunluk” siyasetin, medyanın ve genel olarak toplumun daha geniş kesimlerine hâkim olmaya başladıkça, yargının da bu gidişata uzun süre direnmesi mümkün değil.
Keza zamana güvenmek, zamanla Türkiye’nin de “demokratik” bir anayasaya kavuşacağına; yüksek yargının bir “kast sistemi” olmaktan çıkacağına; adli makamların sorumlu olması gereken alanlara askerî yargının bakmasına son verileceğine; ve hukuk fakültelerinin, adaletin hizmetinde, evrensel hukuk normlarının farkında, demokrasiye saygılı hukukçular yetiştirmeye başlayacak şekilde değişeceğine güvenmeyi de gerektiriyor.
İş, o “zaman”a dek neler olacağında...
Öyle ya, yedi yıl öncesine göre, “demokratik açıdan çok daha olgun” bile olsak, bugün hâlâ
Anayasa Mahkemesi’nin askerlere
sivil yargı yolunun açılmasına “dur” dediği, Danıştay’ın on binlerce
teknik lise öğrencisini
mağdur eden bir katsayıda ısrar ettiği, Genel
kurmay Askerî Mahkemesi’nin karargâhta hazırlandığı yönünde kuvvetli deliller olan bir suç belgesini “kovuşturmaya gerek olmadığına” hükmettiği bir ülkeyiz.
Bu durum, medyanın üzerine düşen sorumluluğu bir kat daha arttırıyor.
Taraf’ın yayınları sayesinde kamuoyunun duyduğu ve
soruşturma konusu olan üç ayrı planla ilgili olarak gerçeğin ortaya çıkarılması, adaletin tecelli etmesi için uğraşmak yine sorumlu medya mensuplarına düşüyor.
Bu üçünden, 2009 tarihli
Kafes Eylem
Planı’yla ilgili davanın açılmış olması bu bakımdan çok önemli bir adım.
2003’te Birinci Ordu’da yapılan darbe hazırlığı kapsamındaki Balyoz Harekât Planı’yla ilgili ön soruşturmanın askerî ve sivil ayaklarının sıhhatli bir şekilde ilerlemesi de aynı derecede önem taşıyor.
Başbakan Erdoğan’dan Çalışma Bakanı Dinçer’e, eski
Kara Kuvvetleri Komutanı
Aytaç Yalman’dan dönemin Milli
İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı Şenkal Atasagun’a kadar, yedi yıl önce Birinci Ordu’da neler olup bittiğini bilen herkes, bildiklerini anlatmalı, yargının işlemesine yardımcı olmalı.
Son olarak, yine 2009 tarihli
İrticayla Mücadele
Eylem Planı da,
Genelkurmay Başkanı’nın geçen haziranda yaptığı gibi “kâğıt parçası” diye geçiştirilebilecek bir plan değil.
Bugünkü sürmanşetimizde okuyacağınız gibi,
Adli Tıp Kurumu’nun en üst kurulu, 5
Şubat 2010 tarihli kararıyla, bu
eylem planının altındaki ıslak imzanın Deniz Kurmay
Albay Dursun Çiçek’e olduğuna hükmetti.
Bu hükmün gereğini yapmak yargının görevi.
Yargının görevini yapmasını sağlamak için de medyanın, siyasetin ve genel olarak toplumun “gerçeği öğrenme” talebini seslendirmesi şart.
Gerçeği “er ya da geç” değil, “şimdi” istediğimizi söylemeliyiz.