İçinden geçtiğimiz günlerin “
doğal” ve “kaçınılmaz” geriliminde en dikkat
çekici olan şey şudur. Geleneksel
iktidar kurumları arasında değişime karşı en güçlü direnç medyadan gelmektedir.
Panik ve hezeyan boyutunda...
O kadar ki medyanın bir kesimi kah gizliden gizliye, kah açıkça
darbe ve darbe korkusunun
sistem üzerinde kalıcı bir
baskı faktörü olarak kalmasını savunabilmektedir.
Gerilim denilen şeyi önce itinayla üreten sonra da bundan şikayet edenlerin aynı kaynak olması da ülkeyi sürekli bir toz bulutuna mahkum ediyor.
Bir medya düşünün ki sadece evrensel
demokrasi değerlerini değil, Türkiye’nin darbeli, faili meçhullü, siyasi suikastli, provokasyonlu yıllarda elde ettiği ortak değerleri bile bir çırpıda ayaklar altına almakta mahsur görmüyor.
Ergenekonu sulandırıyorlardı, şimdi apaçık bir darbe planını örtbas etme mesaisindeler.
İrtica tehlikesi, Malezyalaşma,
mahalle baskısı ve
sivil diktatörlük gibi her birinin değişmez müellifinin
darbeciler ve Ergenekoncular olduğu malum
kampanyaların birini bırakıp ötekine koşuyorlar. Gerçekler yüzlerine çarpıldıkça yılışan bir kampanyacılıkla...
Üstelik gerçekler o kadar acımasız ki; mesela, sivil diktatörlük kampanyasının kendi kendine dökülen pulları,
Balyoz darbe planının sahibi generalin “değerli fikir ve görüşleri”yle tamamen çamura bulaşıyor. Ne büyük bir tesadüftür ki aynı kampanya bu zatın yazılarında da işlenmektedir. 2003’de planlanan darbenin mottosu “
AK Parti iktidara Naziler gibi geliyor. Faşizmin ayak sesleri” idi. Darbe tutmadı ama aynı motto 2010’daki kampanyanın sloganı oldu. Hiçbir şey sır değil aslında.
Türk medyasında darbeye, darbe etkisinin devamına veyahut da siyasal sistemi
siyaset dışı yollarla etkisizleştirmeye adanmış bir kadro vardır. Bu gerçek bilinmeden, hesaba katılmadan okunan hiçbir satır gerçek meramı ifade etmez, böyle biline...
Neyse ki artık çok sesli bir medya var ve tarihi bu çok sesli yeni medya yazıyor! İşte bu da çok acımasız bir gerçektir.
Yine tıpkı, bir dönemin
gazetecilik anlayışının bugün kendi kendini ifşa ediyor olması gibi.
Başbakan’ın kimi kasdettiği pek belli olmayan “Bize gaz vermeyin” lafı üzerindeki tahminler, yakıştırmalar, sataşmalar vs. de artık devrini tamamlamış olan medya-iktidar ilişkilerinin ipuçlarını vermektedir. O cümlenin bazılarında yarattığı yılışık heveskarlık eski medya anlayışını gözler önüne seriyor.
Yıllarca, iktidarlarla sadece yandaşlık, yağcılık ilişkileri kuranlar, ilkesellik değil çıkar ilişkilerine odaklananlar bugün de aynı ilişki biçiminin geçerli olduğunu düşünüyorlar. Bir gazete, bir yazar, bir kanaat önderi eğer iktidarın bir icraatına, bir açılımına, bir projesine fikri
destek veriyorsa bunun karşılığında çıkar sağlamamasını akılları almıyor.
İlkesel tavır diye bir saygın duruşun olabileceğini varsayamıyorlar bile...
İktidar partisi, askeri
vesayet yolunda,
Kürt açılımında, demokratikleşmede, sivil anayasada, AB istikametinde ve illa da darbe geleneğinin sonlanmasında bir inisiyatif alıyorsa, yıllardır zaten hep bu konularda mücadele veren medyanın başka türlü bir tavır takınmasının mümkün olamayacağını düşünemiyorlar.
Ülkenin yaşadığı herhangi bir doğruya destek verebilmek için önce kendi çıkarını garantilemeye alışkın olanların bunu anlaması mümkün değildir. Kendilerini iktidarın ortağı yerine koyarak o yollarda “beraber yürümek için” çırpınıp, kapılar yüzlerine kapandığında ortalığı ateşe verenlerin de bunu anlaması zordur.
Artık böyle değil.
Artık sadece ilkelerinin emrinde yayın yapan ve sadece hukuka ve Türkiye’nin demokratikleşmesine adanmış; darbeci tayfasının da medya haramilerinin de tekerine takoz sokan bir medya var. Bunu ne bir parti ne de bir iktidar imkanı için yapan bir medya...
O yüzden mesele gazı kimin verdiği değil, artık gaz vermenin gaz verene faydası olmadığıdır. Gazdan, sazdan medet umarak gözleri parlayanların dikkatine...