Milletçe iflâh olup, cümleten keçeyi sudan çıkarmamızın nişânelerinden biri de mahalli matbuattır efendiler.
Şimdilerde herkes "yerel basın" diyor; ben bu tâbire hiç alışamadım, eski tâbirle bu elfâzı "mehel ve münasip" bulmuyorum; veya şöyle bir mânâ ayrımına gitmek de mümkün: Mahalli Matbuat, benim gönlümdeki arslanı isimlendiriyor; yerel basın ise âhir zamana kalakalmış taşra
gazetelerini ve gazetecileri vasfetmeye kâfidir.
Niçin mahalli matbuatın iflâhını, keçeyi cümleten sudan kurtarmakla bir tuttuğumu izah etmeliyim: Bana göre vatandaşlık şuurunu kazanmanın ilk adımı, bir beldede yaşayan insanların o mahaldeki mahalli gazeteleri sahiplenmesi ve yaşatması ile mümkündür; elbette o beldedeki mahalli gazete ve gazetecilerin de bu teveccühe lâyık olacak tarzda yayın kalitesini yükseltmesi beklenir.
Ülkemizde maalesef "Başkentçi" ve buna bağlı olarak devletçi, merkezci bir yaklaşım hâkimdir. Gazete deyince
İstanbul gazeteleri, gazeteci deyince İstanbul ve İstanbul gazetelerinin
Ankara temsilcileri akla gelir. Garâbete bakınız ki Başkentlilerin neredeyse tamamı, yaşadıkları şehirde Ankara'ya dair kaç mahalli gazete yayınlandığını ve adlarını bilmezler.
Lâfı uzatmayalım; bu satırların yazarı, "mahalli matbuat"tan yetişmiş olmakla gurur duyan birisidir. Evet, bu niteliğimle iftihar ediyorum lakin, uzun yıllar yaşadığım beldenin basın hayatına lâyık-ı vechile manidar bir katkı yapamadığımı da kabul etmek zorundayım.
Şöyle ki; bu ekşi duygularla, 1993 yılında Sivas'ta yayına başlayan Hürdoğan Gazetesi'nde haftalık yazılar kaleme alarak, memleketime daha iyi bir gazete kazanması için omuz vermeye niyet etmiştim fakat postu bedavaya satmak niyetinde değildim; neticede gazetenin sahibi ile beher yazı başına bir kutu
tütün konservesi üzerinden
sözleşme akdettimse de tamamını tahsil etmek pek mümkün olmadı; helâl olsun. İşte o günlerden birinde Hürdoğan Gazetesi'nin eki olarak haftada bir yayınlanmak üzere 8 sayfalık tabldot boy bir mizah gazetesi çıkarmaya karar verdik. Bu esnada kim kimi kandırdı tam hatırlamıyorum;
matbaa ve gazete sahibinin oğulları Kaan,
Mete ve Bekir'le bizim mahdumlar ve birkaç makaracı
arkadaş başlıca personelimizi teşkil ediyordu. Gazetenin adını Hürdoğan'ı sarakaya almak için Turpsoğan koymaya karar verdik.
Turpsoğan'da çizgiyle mizah yapacak gücümüz yoktu fakat yeni yeni yayılmakta olan bilgisayar ve özellikle
Photoshop 1.0 versiyonu sayesinde fotoğraf ve fotoğraf manipülasyonu türünden yayın yapma şansımız vardı; geriye kalanı da lâfla dolduracaktık. Lâfla yani metinle...
Güzel haberler yaptık, devrin meşhurları ile
tatlı tatlı dalgamızı geçtik; "Yılın baltası", "Yılın kerestesi", "Yılın tırmığı" gibi ödüller dağıttık. Mizâhî hikayeler yayınladık.
Ekonomi haberleriyle, gazetelerin borsa köşeleriyle kafa bulduk. Eğlenceli anketler (Meselâ: Ne kadar safsınız?) düzenledik.
Photoshop 1.0 dedim de burnumun direği sızladı; programlar basit ve insâni boyutlarda iken bu satırların yazarı, tek başına gazete yayınlayabilecek kadar bilgisayarına hakimdi efendim. Netekim o günlerde, Bermuda
tipi şortu ile cennetlik gövdeyi bir mesire yerinde güneşe veren devrin reisicumhuru Sayın Demirel'in fotoğrafından kafa kısmını "cut" ederek, devrin başbakanı
Tansu Hanım'ın sarışın ve güzel kafa kısmını o boşluğa ustalıkla "paste" yapmayı başarmış, üstelik kesim yerlerini de itina ile "blur"layarak montaj izlerini görünmez hale getirmiştim. Ertesi sene basın ödülleri dağıtılırken bu "usta işi" Photoshop manipülasyonuna neden
şampiyonluk ödülü verilmediğini hâlâ anlayamamışımdır...
Şöyle böyle derken galiba 5 veya 6 nüsha yayınlayabildik Turpsoğan gazetesini. O günlerde Turpsoğan nüshalarını itina ile saklamıştım, taşınmalar esnasında kayboldu gitti. Şimdi gazetenin bilumum işlerini çekip çeviren Bekir yeğenim, arşivden o sayfaları PDF formatına aktarıp Ahmet Amcası'na gönderse aman ne güzel olur, ne güzel olur, hâtıradır.
O günlerde elimden geldiğince memleketimin gazetelerine "tenkid" aracılığı ile yardımcı olmaya çalışırdım. Günün birinde, yaptığı mizampaj yanlışını
ekran üzerinde göstermeye çalıştığım
genç mizampaj operatörünün canını sıkmış olmalıyım ki,
-Aman be Ahmet abi, dedi, herkes bir şey söylüyor kendince; bilmem ki valla?..
Bu zılgıtı yeyince, kimseye zorla iyilik yapılamayacağını bir kere daha ve üstelik hiç de tatlı olmayan bir tarzda öğrenmiş olmanın verdiği yüz kızartısı ile mahallimin matbuatına karşı uzak ve
soğuk durmaya karar verdim. Öyle olması gerekirdi, çünkü dünkü çıraklarımız artık yavaş yavaş en genel yayın müdürü havalarına, "usta gazeteci" klâsmanlarına girmeye başlamışlardı ve meydanı usuldan onlara terk etmek gerekiyordu.
Bunlar şahsi işler ve ben bunları sizlere niçin anlatıyorum bilmem; aslında Turpsoğan'dan bahsediyordum. Turpsoğan çok istikbal vaadeden matrak bir gazeteydi ama iki mühim eksiği vardı: Bir- kadrosu zayıftı ve geçiçi işçilerden oluşuyordu, İki- Okuyucusu henüz ortalıkta görünmüyordu. Turpsoğan'ı görenler,
elma zannıyla turp ısırmış birinin şaşkınlığıyla "Nedir yani bu şimdi?" diye tuhaf tuhaf bakıyorlardı yüzümüze.
E, bizim de öyle haddinden fazla avantgarde takılmaya niyetimiz yoktu.
Çekildik izzet ü ikbâl ile bâb-ı mahalli matbuâttan...
Lâkin hanımlar beyler, haberiniz olsun, bu istikamette yayın yapmakta olan güzel bir
internet sitesi ilişti gözüme geçenlerde. Adı: www.zaytung.com.
Zaytung, gazetenin almancası Zeitung'dan tornistan olsa gerek. Seyrederken nedendir bilmem, burnumun direği sızladı. Niçin diye taaccüb ettim. A, baktım, bu gençler de bizim Turpsoğan'da yaptığımız şeyi yapıyorlar; dalga geçilesi her şeyle bir güzel dalga geçiyorlar.
Tavsiye ederim;
evet daha heyecan verici mizah siteleri de yok değil fakat bu sitede gerçekten zekice tertiplenmiş mizahi haberler var. Yerim olsaydı -dükkân ne benim, ne de sizin, kusura bakmayınız, bu dükkân sayfa sekreterinin!- birkaç örnek verirdim ama mâlum...
Zaytung.com; aynen bizim Turpsoğan; hık demiş burnundan düşmüş nerdeyse!