Evet "Açılımda
PKK'yı ne yapmalı" diye bir sorun var.
Herkes, "O bir realite" diyerek yola çıkıyor ve sonunda onun onaylamadığı bir açılımın gerçekleşmesini zor görüyor.
Geçenlerde, Şerafettin Elçi konuşuyordu. Kendisinin, PKK ile ideolojik hiçbir paralelliği olduğu söylenemez. Ama o da "PKK bir realite" diyerek söze başlıyordu.
Birçok yazar da "o realite"yi görmeden sonuca gidilemeyeceğinin altını çiziyor.
Peki ama nasıl bir realite ile karşı karşıyayız ve o realiteyi görmek ne anlama geliyor?
Evet, mesela dağda adamlar var, bunların
silahı bırakıp normal hayata dönmeleri bir sorun.
Bir
psikolojik rehabilitasyon sorunu öncelikle. Dağdan in, silahı bırak,
sivile karış. Statü ne olacak?
Sonra iş, aş, evlilik...
Askerlik...
Şerafettin Elçi "dağdan inenlerin onurlarını korumak"tan söz ediyordu.
Bizler buradan baktığımızda "Ne onuru kardeşim" diyebiliriz. "Dağa çıkarken bize mi sordular? Terörist için hangi itibar vs."
Ama bir başka iklimde, "onur" diye bir mesele var demek ki.
Böyle bir yığın mesele var aslında.
Sorunun çözülmesini isteyen dış dünya da, "dağdan indirmek için bir şeyler yapın" derken, bunun içine rehabilitasyon konusunu koyuyor.
Ama gerçekten kim ne istiyor, bu çok net değil.
Çünkü PKK'nın tahlili net değil.
Ne PKK?
Bu sorunun içine "
Öcalan mı,
Kandil mi, Avrupa'daki '
şebeke' mi" sorusunu dahil edebiliriz.
Amerika bile isim isim sayarak, PKK'nın "uyuşturucu kaçakçılığı" yaptığını açıkladığına göre mesela bu "uyuşturucuya bulaşmış PKK"nın ne yapılmasını ister Amerika?
Öcalan'ı kurtar, gerisinin halledilmesini ona
havale et!
Yoksa master plan bu mudur?
Aslında bana göre, "PKK dikkate alınmadan sorun çözülmez" diyenler, "PKK'ya düz ova açıldığında sorun nasıl çözülür" konusunda pek kafa yormuş sayılmaz.
Belki de herkes, "PKK bir beladır, mahallenin kabadayısıdır, elinde de silah vardır, o belayı defedecek bir formül bulunmalı yoksa mahalle rahat etmez" gibi bir duyguyla hareket ediyor.
Ama mahallede bu eli silahlı güç, bütün gücüyle var olduğunda nasıl bir düzen kurulur, onu
hesap eden yok.
Yeni
Şafak'tan Murat Aksoy,
Bejan Matur'la görüşmüş.
Bejan Matur, Aksoy'un "Neden
Kürtler'in içinde PKK'ya mesafe alan bir
siyaset çıkmıyor" sorusuna, önce "PKK bütün alternatif arayışları hainlikten, işbirlikçi olmaya kolayca yaftaladı. Birinci neden bu. Bir diğer neden ise; solun PKK'ya gıpta ile bakışıdır. Çünkü sol her darbede devletten dayak yemiş ve yenilmiş. Oysa PKK devlete savaş açmış ve direnmiş. Bu solun PKK'ya sevgi ile bakmasına yol açıyor. Sol entelektüeller devletle olan sorunları PKK üzerinde görmek gibi bir hayale kapıldılar" diye
cevap veriyor.
Sonra da bir PKK
profili çıkarıyor.
O profil dikkat
çekici, bakın nasıl:
"PKK'nın yapılanması, lider kültü, o mutlak değer ve ülküler, yüceltmeler, kimliğin kuruluşu, ulusal bilinç, Kürtlük ruhu vs. bütün bunlar Kemalizm'in kopyasıdır. Yani PKK yapı ve zihniyet olarak 1930'ların CHP'sinden büyük ölçüde etkilenmiş ve onu
taklit etmiştir. Bugün Öcalan'ın gölgesinde herhangi bir otun yeşerme imkânı yok. Yapı olarak buna müsait değil. Potansiyel olarak Öcalan'dan daha açık ve ileri bir vizyonu dillendirecek biri PKK içinde barınamaz. Bir vesileyle devre dışı bır
akılır veya kendisi durmak istemez. PKK başından itibaren içeride muhalefet olabilecek bütün unsurlarını yok etmiş bir yapı. Kürt siyasetinde itaat dışında, bağımsız bir irade, yaratıcı bir dimağ yok. Nasıl olabilir ki?" (
Yeni Şafak, 18 Ocak 2010)
Şimdi kendi kendimize soralım:
Bu PKK ile nereye gidilir?
Bu PKK varken, diyelim BDP'nin sağlıklı bir sivil siyaset uygulaması mümkün mü?
Tasfiye,
tasfiye, tasfiye diye feveran ediliyor. Tasfiye, belki Kürt siyaseti üzerindeki PKK ipoteğini kaldırmak ve özgürleştirmek için kaçınılmaz.
PKK ile Kemalizm arasındaki ilişkiye daha önce rahmetli Abdülmelik
Fırat işaret etmiş, ben de sık sık "PKK ipoteği"ne ve Kemalizm-PKK paralelliğine vurgu yapmıştım.
Israrla "PKK realitesi"nin altını çizenler, bunu da dikkate almalılar.
Diyarbakır'da 41 Baro'nun "PKK silahlı adamlarını Türkiye'den çeksin" açıklaması ile meydana çıkması önemli bir cesaret çıkışı.
Aysel Tuğluk,
Radikal 2'de, BDP'nin "Türkiyeleşme" sorununu irdeliyor ve kendisinin yer almadığı bu yeni partiye, "Türkler'in de kendisini izlediğini, dinlediğini" hatırlatıyor. Sonra da, "hem yöntem hem ilişki hem hedefler hem de dil bakımından demokratik, yaratıcı, çoğulcu bir
tartışma ortamı"nın gerekliliğine vurgu yapıyor.
Bunlar, yavaş yavaş, akıl-makuliyet zeminine geldiğimizin göstergesi...