Elçiye hakaret tarihte kaldı derken


İsrail’de görevli Türk büyükelçisi Oğuz Çelikkol’un maruz kaldığı muamele ve yaşanan diplomatik skandal ‘Elçiye zeval olmaz’ sözünün tarihte kaldığını düşünenlere bu sözün İsrail’de karşılığı olmadığını gösterdi... Kısa bir süre önce Gazze’ye girmek isteyen Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki Moon’u pasaport kontrolünde bekletmesiyle hatırlanan İsrail hükümetiyle Ankara arasında yaşanan ilk skandal değil bu. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın resmi gezisi sırasında sergilenen ‘koruma krizi’, İsrail Başbakanı Ehud Olmert’in Ankara ziyareti sırasında Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan’la Gazze’ye uygulanan ambargo ve ateşkesin sona ermesi sonrası artan gerginliği müzakere ederken aynı anda bir hafta sonra yapılacak Gazze operasyonu hazırlıklarını bizzat yönettiğinin ortaya çıkması ve Tayyip Erdoğan’ın ‘Beni kandırdılar’ demek zorunda kalışı bir çırpıda akla geliveren hadiseler. Elrom için yapılanlar Siyasi tarihin yakın dönem yapraklarında devrim günlerinde ABD’nin Tahran elçiliğinin maruz kaldığı saldırı untulmuş değil. Ancak elçilerin ve elçiliklerin maruz kaldığı pek çok saldırı olsa da, bunlar çoğunlukla illegal örgütlerin üstlendiği eylemler oldu ve ilgili hükümetler özür/taziye mesajlarıyla saldırıyı kınayıp, onaylamadıklarını açıklayageldiler. Nitekim Türkiye 12 Mart döneminde Mahir Çayan’ın liderliğini yaptığı THKO’nun cezaevindeki arkadaşlarının serbest kalmasını temin için İsrail’in İstanbul konsolosu Efraim Elrom’u kaçırdıkları dönemde Ankara’nın sergilediği tavrı hatırlıyorum. Olay sonrası dönemin Başbakan Yardımcısı Sadi Koçaş’ın radyoda okuduğu hükümet bildirisinde, Elrom’un derhal serbest bırakılmaması halinde eylemi düzenleyen örgütle uzaktan yakından ilişkisi bulunan herkesin tutuklanarak sıkıyönetim komutanlıklarına teslim edileceğini, başkonsolos öldürüldüğü takdirde hükümetin meclise derhal TCK’nda idam cezası öngörülen maddelerde geriye yürütmeli düzenleme yapan yasa teklifi sunacağını açıklamıştı. Trajik olayın sonrasını anlatmak gerekmez. Huzurda dayak yiyen elçiler Geçmiş asırlarda kimi prens ve hükümdarların kah kışkırtmak kah geçmişte maruz kaldıkları muamelenin acısını çıkartmak ya da bulundukları bölgede nüfuz sağlamak için elçilik heyetlerine saldırma yoluna gittikleri biliniyor. Sonraki asırlarda adı vampir efsanelerine konu olan Kont Drakul bunlar içinde en ünlü olanı. Çocukluk yılları rehine olarak Edirne ve Tokat’ta geçen Drakul’un şehzadelik yıllarında şahsen tanımış olması muhtemel geleceğin Fatih’ine öfkesinin özel bir sebebi olup olmadığı meçhul. Ama bilinen onun Eflak prensi olduktan sonra halka zulmetmemesini telkin için kendisine gönderilen Türk elçileri kazığa oturttuğu. Öte yandan tarihte sarayda dayak yiyen elçiler de oldu. Tarihçi Ahmet Refik, Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşa ile Fransa Sefiri arasında geçen böyle bir olayı nakleder. Olayın temelinde Köprülü Mehmed Paşa’nın 1656 ile 1661 yılları arasındaki sadrazamlığı zamanında Fransız elçisi Jean de La Haey ile Venedikliler’in şifreli yazışmaları ele geçmesiyle başlayan süreç vardır. Dönemin Osmanlı hükümdarı 4. Mehmed ve Sadrazam Edirne’de bulunduğu için oraya çağrılan elçi Jean de La Haey hasta olduğunu ileri sürerek yerine oğlu Vantalet Denis de La Haey’i göndermiş, Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa, ele geçen yazışmalar konusunda sorguladığı Denis de La Haey’den ters cevaplar alınca onu çavuşlara dövdürüp hapse attırmışti. Jean de Lahey’in oğluna yapılan muameleyle ilgili verdiği notanın da dikkate alınmadığını söylemeye gerek yok herhalde. La Haey bir süre hapis yatan oğluyla birlikte 1660’da ülkesine döndü. Ancak 1665’te Fransa imparatoru 14. Louis bu kez elçi olarak Köprülü Mehmed Paşa’nın dövdürtüp hapsettirdiği Denis de La Haey’i gönderdi. Aradan geçen zaman zarfında Köprülü Mehmed Paşa ölmüş sadaret makamına oğlu Fazıl Ahmed Paşa gelmişti. Bilinen Paşa’nın Fransız elçisini sıradan bir törenle ayağa kalkmaksızın, merasim bölüğü olarak sadece 10 çavuş görevlendirmek suretiyle karşılattığı. Ve Denis de Lahey’in durumu protesto edip bu muamele devam ettiği takdirde Fransa’ya döneceğini söylemesine rağmen Sadrazam’ın yine ayağa kalkmadığı. Dilden dile nakledilen olay işte bunun üzerine meydana geldi. Fransız elçisi Denis de La Haey’in huzurda antlaşmaları yere atmakla kalmayıp kılıcını çekmeye kalkması üzerine çavuşlar kendisini sille tokat dövüp hapse attılar. Böylece Fransız elçisi hem babasının elçilik göreviyle İstanbul’a geldiği dönemde hem de kendi görevi sırasında dayak yemiş oldu... Çerçeve Altın at koyboldu mu? Kafkasların efsane Akhalteke Alyetmez atı artık yok... At cinsinin bu ırkına düşmanlığın Rusya’da Çarlık döneminde başladığı bilinir. Husumet Sovyet döneminde de sürdü. Evler, ahırlar basıldı, kimde bulunduysa el konulup toplandı. Sonra... Sonrası meçhul. 1970’lerde Hollandalı bir meraklının ısrarlı takibiyle Azerbaycan Karabağ’ının gözden ücra bir köşesinde bir köylünün gözlerden uzak bir köşede resmi makamlardan sakladığı bir çifte rastlandıysa da görülmesiyle kaybolması bir oldu. Dayanıklılığı, hızı yanında deri rengiyle de çok özel olan bir attan söz ediyorum. Adının başına altın sıfatı konularak anılması sebepsiz değil. 1800’lerin sonunda Avrupa’da dünyanın muhtelif yerlerinde üretilen at cinsleri arasındaki bir yarışmada derisinin parlaması jüriyi kandırmak için altın tozuna bulanmasından kaynaklandığı kanısına varılarak diskalifiye edilmişti... İrene Melikoff’u anıyoruz Ne hükümet ne muhalefet partileri çevrelerinden ne ‘Alevi açılımı’ diye isimlendirilen faaliyetin koordinatörlüğünde sürdüğü Devlet Bakanı Faruk Çelik’ten çıt çıktı. Aramızdan ayrılışının ilk senesinde Prof. İrene Melikoff’u unuttuk sanki. 1917 yılında üstelik ünlü Ekim Devrimi’nin başladığı gece Petrograd’da doğmuştu Melikoff. ‘Bu sebeple yaşımı saklayamam’ derkenki gülümseyişiyle ve ‘Benim işim inanmak değil öğrenmek ve anlamak’ deyişiyle hatırlıyorum hocayı. Babası Bakülü bir Türk, annesi Rus’tu. Petrol işiyle uğraşan babası devrim sonrası Finlandiya’ya kaçınca ailesiyle birlikte o da terk etti Rusya’yı... Finlandiya’da fazla kalmadılar. Fransa’ya gidip Paris’e yerleştiler. Melikoff daha 14 yaşındayken babasının kütüphanesinde bulduğu Hafız Divanı’nı, Ömer Hayyam’ı ve Sadi Şirazi’yi okuduğunu söyler. Sorbon Üniversitesi’nde önce İngiliz edebiyatı bölümünü bitiren Melikoff öğrenimine Şark dilleri ve Türkoloji sahasında devam etti; Fars dili ve edebiyatını öğrendi. Bir süre Prof. Adnan Adıvar’ın öğrencisi olduktan sonra ise İslam araştırmaları sahasının ünlü ismi Louis Massignon’un yönlendirmesiyle tasavvuf kültürü araştırmalarına yöneldi. Fuat Köprülü ve Ömer Lütfi Barkan’la tanışıp Türk destanları üzerine çalışan Melikoff bu dönemde Bektaşiliğin ve Aleviliğin köklerini araştırmaya başladı. Ve bu yönde çalışmalarını hayatının sonuna kadar sürdürdü. Türkoloji sahasında referans yayımlardan biri olan Turcica, Melikoff’un 1968 yılında Strasbourg Türk Etüdleri Enstitüsü direktörü olmasıyla yayınlanmaya başlandı. Ünlü matematikçi Salih Zeki’nin oğluyla evlendikten sonra bir süre Türkiye’de yaşayan Melikof’u Türkiye ‘Uyur İdik Uyardılar’, ‘Efsaneden Gerçekliğe Hacı Bektaş’ isimli kitaplarıyla tanıdı. Strazburg’da 9 Ocak 2009’da hayata gözlerini yumduğunda 91 yaşındaydı.
<< Önceki Haber Elçiye hakaret tarihte kaldı derken Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER