Çok sevdiklerimiz ve yarım bıraktıklarımız


Her tutku düşmanıyla birlikte büyür.Ve yarım kalmamış bir arzu artık arzu değildir. “İnsanın tutkuları” der Denis de Rougemont, “başka tutkularla sürekli çatışma halindedir. Aşkımız nefretle çatışır, hazlarımız acılarla... Sevincimiz ile sevincimizin sebebi arasında daima bir uçurum, bir engel vardır. Bazen toplumdur bu engel; günahtır, erdemdir bazen. Bazen vücudumuzdur, bazen de içimizdeki öteki. Tutkuyu gayretkeş kılan da budur zaten. Ve eksiksiz bir kavuşma için duyduğumuz istek, tam da bu nedenle, bizi bu istekten kurtaracak olan ölüme duyduğumuz özlemle birleşir. Acısız var olamaz tutku; bu yüzden de, kendi yok oluşumuzu arzulamamızı sağlar.” 1985’te ölen İsviçreli yazar De Rougemont, bu cümleleri, geçen “yüzyılın en iyi yüz kitabı” arasında sayılan ama ne yazık ki Türkçeye çevrilmeyen L’amour et l’occident (Aşk ve Batı)’da yazmıştı. L’amour et l’occident, adı üstünde aşkın Batı’daki evrimini anlatır; cinsel tutkunun felsefi ve psikanalitik tarihi olarak da okunabilir kitap, Batı’nın, daha doğrusu Hıristiyanlığın duygusal tarihi olarak da... De Rougemont’a göre, Ortaçağ Avrupa’sının tutkuyu yüceltmesi boşuna değildir; bir bakıma, saçlarına kırlangıç beyazı düşmüş İsolde’nin elinden zehir yerine yanlışlıkla aşk iksiri içen Tristan’ın ayrılık ve ölüm nakışlı hikâyesinin milyonlarca kez tekrarlanmasından ibarettir Batı’nın tarihi; Hıristiyanlığın kutsadığı engelsiz ilişkiler ile şövalyece ölüme yürümeyi gerektiren imkânsız ilişkiler arasındaki tercih, ilk kez Ortaçağ Avrupa’sında başlı başına bir değer olarak belirmiştir. Erişilemez olana tutkuyla bağlanmakta, yasak olanı şehvetle istemekte ve arzularına esir düşmüş iki kişinin simgesel ya da hakiki bir ölüme birlikte yürümesinde, Hıristiyanlığa rağmen bir erdem, bir yücelik keşfetmiştir Batı zihniyeti. Kaçınılmaz olana kollarını açmıştır bir bakıma; tehlikeyi kutsamıştır. De Rougemont’u okurken, bu keşfin ve kutsamanın roman sanatının sebeb-i hikmeti olduğunu daha iyi anlar insan; sadece romanın da değil, aslında bir bütün olarak insanlık anlatısının merkezinde şehveti görür De Rougemont; bir yüzü “zina” diğer yüzü “şantaj” olan şehveti. De Rougemont’a göre gerçek aşk, zina etme arzusudur, içinde şantajı, tehdidi, tehlikeyi barındıran bir tutkudur; “bir şövalyenin başkasına ait olan bir Hanımefendi için duyduğu istektir.” Gerçek aşk, yasak aşktır, velhasıl; Aragon boşuna “mutlu aşk yoktur” demez. Kadınları yazan kadın L’amour et l’occident’ı yıllar sonra yeniden karıştırmama neden olan roman, 2010’un ilk mucizelerinden biri olarak yerleşti Amerika ve Britanya’daki kitapçı raflarına. Romanın adı Unfinished Desires (Bitmemiş Arzular); yazarı bundan önce özellikle Odd Woman (Tuhaf Kadın) ve Good Husband (İyi Koca) romanlarıyla tanınmış olan Gail Godwin. Godwin, Unfinished Desires’da daha önce yaptığı gibi yine kadınları yazıyor; üstelik bu kez östrojen dozu her zamankinden daha yüksek bir ortamda yapıyor bunu; Kuzey Carolina’daki Mount St. Gabriel Katolik Yatılı Kız Okulu’nun baş rahibesi Suzanne Ravenel’in seksen yaşına vardığında teybe aldığı hatıralarını, yani okulun elli yıllık tarihini anlatıyor. Bir anda, kadın olmaya hazırlanan gençkızlarla bir zamanlar gençkız olan kadınlardan oluşan bir kalabalık içinde buluyorsunuz kendinizi. Yönettiği okulun eski öğrencilerinden biri ve eski bir kızlar çetesi lideri olan Rahibe Ravenel’in kişiliğinde, kadın olmak ve olamamak üzerine, dinin kutsadığı mubah ilişkilerdense yasak tutkulara bir an için teslim olup sonra şövalyece ölüme yürümek üzerine düşünüyorsunuz. Unfinished Desires, okuru, arkadaşlığın, aşkın, şehvetin ve imanın coğrafyasında elli yıllık bir ruhsal yolculuğa çıkarıyor ve doğrusu pek de çaktırmadan yapıyor bunu. Bu sıradan okulun sıradan öğrencilerinin sıradan maceralarında hem insanlığın duygusal tarihinin bir özeti var hem de hayatı ve ölümü anlamlı kılan tutkularımızın birer eskizi sanki. Romanın mucizesi, bütün bunları çok sakin, neredeyse mutaassıp bir dille anlatabilmesinde; kuvvetini samimiyetinden alan bir üslupla, okurken uzanıp dokunabileceğiniz kadar yakın, birkaç satır sonra arz-ı endam edeceğini kokusundan anlayabileceğiniz kadar sahici karakterler yaratabilmesinde saklı. Tanrısal doğaçlama, söylenen beden Özellikle, Rahibe Ravenel kolay unutulmayacak bir karakter; her kadının ve her erkeğin içinde ondan biraz var zira. Kitabın başında, romandaki şimdiki zamanın elli yıl öncesine, 1951’de bir ağustos gününe dönen Ravenel, yeni bir rahibeye okulu gezdirirken “Kızları benim seyrettiğim kadar çok seyredince, yıllar içinde her sınıfın başlı başına bir organizma halini aldığını görüyorsun” der. Unfinished Desires, bir yandan bu organizmanın hücrelerine giren bir roman; kızlar arasındaki arkadaşlığın, çekişmenin, kardeşliğin ve kıskançlığın, o bitmek bilmez ‘kimim, kim olmak istiyorum, kim olabileceğim’ sancısının birkaç kuşak üzerinden, kişisel içebakış ve geriye dönüşlerle dura kalka ilerleyen hikâyesi. Diğer yandan, kızların ve kadınların romanda nispeten daha az görünür olan erkeklere, birbirlerine ve Tanrı’ya olan tutkularını, tatmin edilmesi imkânsız arzularını, zaaflarını ve kudretlerini nakış nakış işleyen bir anlatı bu. Rahibe Ravenel’in “Bir erkeğin sesine sahip. Çok zeki birisi. Asla aklıma gelmeyecek şeyleri getiriyor aklıma” diye tarif ettiği Tanrı’yla olan monologu ya da Araf’ta sıkışıp kalan annesini Cennet’e göndermeye karar veren Chloe adlı öğrencinin, bütün gençliğine ve naifliğine rağmen üvey babasına cesaretle kafa tutan konuşması, insanın içindeki kutsal kudreti, Godwin’in deyişiyle “Tanrısal doğaçlama yeti”sini ortaya koyan çok güçlü sahneler... Tabii, “iffetli” Katolik gençkızlarla onların öğretmenleri olan “tövbeli” rahibelerin sürekli söylenen bedenlerinin, mubah ve erdemli olanın değil, şehvetin dilini konuşmaktaki ısrarına tanık olmak da bir o kadar etkileyici. Rahibe Ravenel’in St. Gabriel’deki öğrenciliği sırasında en yakın arkadaşıyken bir trafik kazasında ölen Antonia’yla ilgili o hiç değişmeyen rüyası mesela... Her gece, aynı kristal yüreğin aynı noktasına geçmişten fırlatılmış bir taş gibi isabet ederek, incecik çatlaklar yaratan bir öpüşme ânı bu; Antonia ile “doyumun zirvesine ulaştığım an” diye anlatıyor seksenindeki Rahibe Ravenel onu, “Tabii, bu işin kötü bir yanı da var. Yıllar sonra bu ihtiyar vücudun içinde hep aynı tatminin suçluluk duygusuyla titreyerek uyanmak var” diyor sonra çok sakin bir sesle. Yaşlı rahibe böyle diyor ama aslında tekrar eden her tutkulu rüya gibi, Ravenel’in rüyası da bir doyumdan ziyade avutulması imkânsız bir özlemin habercisi. Unfinished Desires, adına uygun biçimde, bu tür özlemlerde yoğunlaşıyor. Romanın ilk sayfasındaki iki soru, son sayfasına kadar farklı kadınların farklı hikâyelerinde, gizliden gizliye tekrarlanırken, bu hikâyelerin ima ettiği her farklı cevap, okuru biraz daha kendi içine, biraz daha, sevinciyle sevincinin sebebi arasındaki o aşılmaz uçuruma döndürüyor. “En çok neyi sevdiniz? Ve neyi yarım bıraktınız?” Sihirli sorular bunlar... Muhtelif cevapların tek ortak yönünü ise yarım kalmamış her arzunun arzu olmaktan er geç çıkmasında buluyorum ben.
<< Önceki Haber Çok sevdiklerimiz ve yarım bıraktıklarımız Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:  
ÖNE ÇIKAN HABERLER