Geçen hafta aralarında pek çok ünlü ismin de olduğu bir grup Ankara’da ev bulamayan kapatılan DTP’nin lideri
Ahmet Türk ile dayanışmalarını göstermek için “Benim evim senin evindir” kampanyası düzenledi. Son yılların en anlamlı
sivil toplum faaliyetlerinden biriydi. Kampanyaya
destek vererek Ahmet Türk’ü kendi evine davet edenler arasında bir isim ise
Türkiye’de hem hiçbir şeyin değişmediğinin hem de her şeyin değişmeye başladığının işaretiydi.
O isim Celal Bayar’ın torunu Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali’ydi.
Ahmet Türk’ü en iyi anlayacakların başında o geliyordu. Çünkü Türk’ün başına gelen bundan 50 yıl önce,
küçük bir çocuk olduğu günlerde onun ve
ailesinin de başına gelmişti.
Darbeciler Celal Bayar’ı sonuna kadar direnmesine rağmen Köşk’ten götürmüş, aile evde öylece kalakalmıştı. Köşkü boşaltmaları isteniyordu. Ama buldukları, hatta anlaştıkları her evden aynı haber geliyordu: Veremeyiz.
Emine Gürsoy’un annesi
Nilüfer Gürsoy 27
Mayıs ve Bizler kitabında o günleri şöyle anlatıyor:
“Bir taraftan
eşya tesbiti yapılıyor, bir taraftan da toplanıyorduk. Bir an evvel
kiralık bir yer bulup Köşk’ten çıkmak için tanıdıklardan bazılarına haber yollamıştık. Kiralık ev için bir iki yerden müspet
cevap geldiği halde sonradan vazgeçtiklerini söylediler. Sebebini aylar sonra öğrendik: ‘Arkadan gidip evlerini bize vermemeleri için
baskı yapıyorlarmış.’ Hatta
Binbaşı Fuat Üstün, Özel Hanım’a: ‘Boşuna uğraşmasınlar, Ankara’da oturtmazlar,
İstanbul’da da örfi idare var; orası da olmaz! Belki Çeşme’ye müsaade ederler!’ demiş.”
Bayarlar mühürlendiği için İstanbul Çiftehavuzlar’daki evlerine de gidemediler, plajı bile mitralyözlerle çevrili yazlıklarına gittiler. Ahmet Türk’ün de bir yazlık evi olan Çeşme’ye...
Bakın kötülük
Türkiye’de mücadele hiçbir zaman siyasi ve ideolojik bir mücadele olmadı. Türkiye’de aslında iyilik ve kötülük savaşıyor. İyiler ve kötüler değişiyor ama iyililik ve kötülük arasındaki esas
kavga değişmiyor.
Tabii kötülük ambalajlandığı için bunu her zaman görmek mümkün değil. Kötülüğün çırılçıplak ortalıkta dolaştığı tarihî anlar var.
27 Mayıs 1960 o anlardan biri. Bütün
darbeler kötüdür. Ama bu kötülüğün büyük bir gururla teşhir edildiği, medyanın, akademinin, zenginlerin yani sesi en çok çıkanların aynı kötücül ruh haline bürünüp
Erol Taş kahkahaları attıkları darbe 27 Mayıs’tır.
12 Eylül’ün vahşetini gazetelerde görmek zordur. 12 Eylül’ün gazeteleri “Aslında darbe falan olmadı, her şey eskisi gibi” havasını pompalama görevini yapmıştır. Darbeye açıkça destek verenlerde bile “Keşke olmasaydı ama ne yapalım oldu” havası vardır. 27 Mayıs’ta ise memleketin elitlerinden hep birlikte bir “Oh oldu, hepsini asın” çığlığı çıkmıştır.
Yaşanan tam bir linçtir. Türkiye elitleri 27 Mayıs’ta adeta çıldırmıştır.
O çılgınlığın arşivlerde kalan iki resmi var.
İlki 27 Mayıs sabahı sokağa çıkma yasağını ihlal ettiği için askerler tarafından vurulan 11 yaşındaki
Ersan Özey’in, yine aynı gün bir askerin
kaza kurşunu sonucunda ölen Teğmen Ali
İhsan Kalmaz’ın, 27 Mayıs’tan bir ay önce İstanbul’daki öğrenci olayları sırasında nutuk atmak için çıktığı tankın üstünden ayağı kayıp paletleri altında ölen üniversite öğrencisi Nedim Özpolat’ın, aynı olaylarda kurşun sekmesi sonucu öldüğü Adlî Tıp raporuyla açık olan Turan Emeksiz’in cenazelerinin 11 Haziran 1960 günü sanki Demokrat Partililer tarafından öldürülmüş gibi
Hürriyet Şehidi olarak Anıtkabir’e gömüldüğü törenin resmidir.
İkinci ise İsmet İnönü’nün treninin taşlandığı
Uşak Valisi’nin 28 Mayıs’tan sonra yakalanıp Ankara’ya eline bir taş bağlanmış olarak getirilme görüntüsüdür.
Kötülüğün dişlerini gösterdiği iki an...