Genelkurmay Başkanlığı'nın yayınladığı "
Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar" adlı kitaba inanacak olursak, Şeyh Said
isyanı tamamen
İngiliz Gizli Haberalma Servisi'nin Musul'u elimizden koparmak üzere tezgâhladığı bir oyundur ve hainlerin bir karşı ihtilalidir.
Bu düz mantıkla bakarsak elbette bir şey görmemiz mümkün değildir. 'İç ve dış güçlerin el ele vererek oynadığı oyun' şeklinde bir basitleştirme, ancak
propaganda ve
beyin yıkama faaliyetlerinde işe yarayabilir. Tarihte geçer akçe değildir ne yazık ki. Gerçeğin üstünü bir süreliğine örtebilirsiniz belki ama ebediyen, asla!
Bakmayın Genelkurmay'ın isyanda İngiliz parmağı olduğu iddiasına; 1925 Mart'ında İngiliz Büyükelçisi Ronald Lindsay'in bizzat
Başbakan İsmet İnönü'ye söylediği gibi
İngiltere, Türkiye'nin "barış içinde yeniden yapılanması"nı beklemekteydi. İçerideki huzursuzlukların İngilizlerin de aleyhine olacağına kuşku yoktu. Musul'da pusuya yatmış olan İngiltere, o tarihte henüz
Kürtlerin ayaklanmasını istemiyordu, zira bir ayaklanmayı bahane eden Türkiye'nin topuyla tüfeğiyle Musul'a sarkmasından çekiniyordu. Doğal olarak bu durum, Lozan'da girilen barış sürecine büyük zarar verecekti. Dolayısıyla İngiltere'nin bu isyanda bir çıkarı bulunmuyordu. Ancak isyanı bahane olarak kullandığı açıktır; nitekim sonradan Musul'un, kendi içindeki Kürtlere hakim olamayan Türklere teslim edilemeyeceği tezini ustalıkla kullanacaktı.
Önümüzdeki süreçte Türkiye'deki 'Kürt sorunu'nun dönüm noktalarından Şeyh Said İsyanı'nı da tartışacağız. Ancak ben bugün isyanın genelde bakılmayan birkaç yönü üzerinde durmak istiyorum.
İsyanın en ciddi gerekçelerinden birisini, 1924 Mart'ında mahkemelerde yalnızca Türkçenin kullanılması ve Kürtçenin okullarda yasaklanması oluşturmaktadır. Böylece zaten ancak 215 adet okulu ve 8.400 öğrencisi bulunan Kürtlerin yaşadığı
bölge (o sırada Türkiye'deki toplam okul sayısı 4.875, öğrenci sayısı ise 382 bindi), eğitim sisteminden tamamen dışlandı, üstüne üstlük okullar kapatılırken bir de "eğitim vergisi" çıkarıldı.
Durum gerçekten tuhaftı. Eğitim hayatı bir kararla bitirilen bir bölgeden eğitim vergisi alınması tepkilere yol açmakta gecikmedi. Bir adım daha atılarak medreseler de kapatıldı ve nihayet Türk-Kürt birlikteliğinin son simgesi olan Halifelik de kaldırıldı.
İsyan başladı.
Lice ve
Hani bir hafta içinde düştü, Çapakçur da ertesi hafta düşecekti. İşte tam bu sırada Şeyh Said bir manifesto yayınladı. Bölgede bir Kürt yönetimi kurmaktan ve Hilafeti geri getireceğinden söz ediyordu.
"Türkistan Halifesi" yapılmak istenen Şehzade Abdülkerim Efendi, Tokyo'da
Japon korumalarıyla beraber.
Peki kurulacak Kürt yönetiminin başkanı kim olacaktı?
Said'in Halife olarak kendini ortaya sürdüğünü sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Onun kafasındaki Halife
adayı, aynı zamanda "
Kürdistan Hükümdarı" da olacak olan
merhum Sultan Abdülhamid'in oğullarından biriydi.
Peki kimdi bu Kürtlerin padişahı olacak Türk şehzade?
Bildiğim kadarıyla Şeyh Said ve avanesi bu makama, Son Halife ve "Kürtlerin Babası" olarak gördükleri Abdülhamid'in en büyük oğlu, 1870 doğumlu Mehmed Selim Efendi'yi münasip görmüşlerdi. Şehzade o tarihte 55 yaşındaydı ve Beyrut'ta yaşıyordu. Üstelik
Kadir Mısıroğlu'nun dediğine bakılırsa Araplar kendisine "Sultan Selim" diye hitap ediyorlar, Cünye'deki evi "Kasru'l-Melik", yani "Sultan'ın Sarayı" diye biliniyordu.
Hatta Yılmaz Öztuna'nın aktardığı bir bilgiye göre, Şeyh Said isyanında sadece
bildiri yayınlamakla yetinilmemiş,
Diyarbakır Ulucami'de Mehmed Selim Efendi'nin adına hutbe dahi okunmuştu. Tabii kendisinin bundan haberdar olup olmadığını bilmiyoruz.
Ancak burada asıl dikkat çekmek istediğimiz husus, kurulacak bir Kürt devletinin başına Türk/Osmanoğlu şehzadelerinden birinin getirilmesi, dahası, Şafii mezhebine bağlı Kürtlerin başına Hanefiliğin koruyucusu olan bir hanedan üyesinin seçilecek olmasıdır. Ve nihayet herhangi bir şehzadenin değil, bir zamanlar 'Kürtlerin Babası' (Bavê Kurdan) diye meşhur olan Sultan II. Abdülhamid'in en büyük oğlunun bu makam için
tercih edilmiş olmasıdır.
Kürt tarihi uzmanı David McDowall'ın da dediği gibi, kurulması için
bayrak açılan Kürdistan'ın başına Kürt olmayan bir liderin geçirilmek istenmesi, Şeyh Said isyanının hakikaten milliyetçi bir isyan olup olmadığı şüphesini uyandırıyor ("A Modern History of the Kurds", I.B.Tauris, 2004, s. 197-198).
Şeyh Said isyanı gerçekten milliyetçi bir isyan olsaydı, Kürtlerin başına bir 'Türk'ü getirmeyi düşünürler miydi? David McDowall, Şeyh Said'in halife olarak kendisi dahil hiçbir Kürt aday göstermemesini, isyanın milliyetçi olmaktan ziyade, "Kürt dinî partikülerizmi"ne ("Kurdish religious particularism") dayandırıyor. Bir başka deyişle Kürtlüğü savunuyor ama bunu dinî bağlılıkla ve dine bağlanmanın kurtuluşa erdireceği inancıyla yapıyorlardı.
Yani Türkler Hilafeti kaldırmakla dinî önderliklerini kaybettiler, şimdi sıra Kürtlerde. Ama Halife yine Osmanlılardan olacaktı, zira ümmeti bu aileden başkası toparlayamazdı.
İşe bakın ki, Mehmed Selim Efendi bu işlerin adamı değildi ama oğlu Abdülkerim Efendi, tam tersine atak bir yaratılışa sahipti. Maceracıydı. O kadar ki, Japonlar 1933'te kendisini davet edince kalkıp Tokyo'ya gitmiş, Japonların desteğiyle Uzakdoğu'da yaşayan Türk-Tatarları bir bayrak altında toplamak ve bu defa Türkistan Kralı olmak üzere Çin'e karşı harekete geçmişti. Ancak hayalleri kısa zamanda tuzla buz olan atak Şehzade, 1935 Ağustos'unda New York'ta bir
otel odasında ölü bulunacaktı. İki yıl sonra da
babası "Sultan Selim" ölecekti.
Kadere bakın ki, Mehmed Selim Efendi Kürtlerin, oğlu Abdülkerim Efendi ise Türkistan Türklerinin başına Halife yapılmak istenmişti. İkisi de olmadı. Baba Şam'da, oğul ise New York'ta son uykularını uyumaktalar.