Devletin hukuku-Hukuk devleti


Bizler "devletin güvenliği" konusunda iliklerimize kadar bilgiyle doluyuz. "Hukuk devleti" ile ifade edilen şeylere ise yeni alışıyoruz. Daha öğreneceğimiz çok şey var. Vazgeçemez hale gelinceye kadar mesafe kat etmek gerekiyor. 12 Eylül anayasasında devletin "demokratik laik sosyal bir hukuk" devleti olduğu yazılıydı. Uygulananlarla yazılı olan arasında kapatılması mümkün olmayan bir uçurum bulunuyordu. Tıpkı demokraside olduğu gibi hukuk konusunda da milletin cehaleti, demokrasi kültürünün oluşmamış olması gibi anlatılan birçok hikâye vardı ve bu hikâyeler bitmek bilmiyordu. Konuya diğer tarafından yaklaşılınca şöyle bir sonuç çıkıyordu: Türk milleti demokrasi kültürünü edinebilecek kabiliyette değildir. Dolayısıyla şeklen demokrasi, aslen demokrasiyle alakası bulunmayan bir yönetim şart oluyordu! Bazıları tarafından olmazsa olmaz gibi görülen bu şart, Sabih Kanadoğlu'nun tarihe mal olmuş tavsiye ve yorumlarıyla meşruiyet kaynağını "devletin kurucu felsefesi" namıyla kayda geçti. Öncelikle devlet vardı ve hukuk da dâhil ne varsa hepsi evvela onun içindi. Bu yüzden hukukun öncelikli manası devletin hukukuydu. Bir de devlet eliyle halkı modernleştirme projesi uygulamaya konulduğu için devletin hukukunu korumaktan çok daha ileriye giden uygulamalar, hukuku cebir aracı olarak kullanmak suretiyle halkı modernleştirmeyi deniyorlardı. Zaruri olarak hukuk, halkı değişime zorlamanın aracı haline geliyor ve maksadına taban tabana zıt uygulamalarla karşı karşıya kalıyordu. "Devletin bir projesi varsa hukuk da dâhil her şey tabii ki ona hizmet edecektir." noktasından bakanlar resmi ideolojiye uymayan ne varsa hepsini suç kapsamında görüyordu. Bugün hâlâ bazı yaşı ilerlemiş yazarlar ve onların yeni nesilden etkilediği gençler hayata bu adeseden bakıyor. Toplumun kahir ekseriyetini potansiyel tehlike görüyor. Hâkimin, Seferberlik Tetkik Kurulu'nun kozmik belgelerinin bulunduğu odalara girmesini bir türlü hazmedemiyor bu anlayışa sahip olanlar. Devletin tel tel çözüldüğüne hükmediyor tabii olarak. Her şeyin çok kötüye gittiğini düşünüyor. Çözüm olarak yeniden 1930'lara dönmekten başka yol bulamıyor. 1930'larda "On yılda on beş milyon genç yaratıyorduk". Ama şimdi gençlerin her biri bir telden çalıyor. Metal biblo döker gibi kalıplara basıp basıp çıkartarak seri üretim yapma imkânı yok. Modern insan devlet kadar birey diyor şimdi. Bu sonuç neyin neticesidir? Rusya, Fransa ya da ABD'deki rejimlerin mi? Yoksa Türk modernleşmesinin mi? Rahmetli Necip Fazıl Kısakürek bu "yaratma" mevzusuna ters açıdan yaklaşıp "Bir Adam Yaratmak" adlı eserini yazıyordu o yıllarda. Kısakürek'e göre bu proje üçüncü nesil hayata atılırken "intihar" etmek durumunda kalmaya mecburdu. Bu gün "yaratılmış nesiller" de aramızda, "intihar" buhranı yaşayanlar da... Ama hepsi bundan ibaret değil. Bir de ülkenin şartlarıyla sınırlı kalmamış, dünyanın gidişatını yakalayarak milli değerlerinin üzerinde doğrulup rekabet edebilecek azim ve kuvveti iliklerinde hissedenler var. Onların açısından bakınca devlet hiç de çözülmüyor. Tam tersine anayasasında yazıldığı gibi "sosyal hukuk devleti" olma yolunda dev adımlar atıyor. Onlar kozmik belgeleri görmek isteyen hâkimin kararlılığını, Genelkurmay itirazını reddeden mahkemenin kararını kurumlar arası çatışma olarak görmüyor. Hukukun gereği olarak biliyor ve bildiğini yapmayı devletin bekâsı açısından olmazsa olmaz kabul ediyor. Tıpkı başlıkta olduğu gibi merkeze hukuk yerleşiyor. Çok yakın bir geçmişte her gün sabah akşam ilaç alır gibi durmadan andığımız "çelik çekirdek" yerini hukuka bırakıyor. Devlet onun etrafında örgülenmeye başlıyor. Sabih Kanadoğlu bile talimat vermeyi bırakıp, ifade veriyor ve bunu hukukun gereği olarak açıklıyor. Bunlar güzel şeyler değil mi?
<< Önceki Haber Devletin hukuku-Hukuk devleti Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER