Anlaşılan o ki Aydın Doğan’ın “mühendis”leri yeni bir “
mahalle baskısı” türü üzerinde çalışıyorlar şimdilerde. Buna göre “
Türkiye’de her şey kötüye gidiyor” tezi entelektüel kesimin itikat temeli yapılıyor.
Buna aykırı konuşanlar üzerinde de bir entelektüel
terör estiriyorlar.
Eğer hasbelkader “Türkiye iyiye gidiyor” mealinde bir laf kaçırırsanız ağzınızdan, en azından “
yandaş” ilan ediliyorsunuz. Yandaşlık suçlamasının entelektüel anlamda itibarsızlaştırma aracı olduğunu söylemeye gerek var mı?
***
Türkiye dünyada ve
bölgesinde giderek daha itibarlı bir aktör olarak kabul görüyor...
Türk ekonomisi küresel krizden en az etkilenen ekonomilerden biri olarak göz dolduruyor...
Terörü ve etnik ayrılıkçılığı ortadan kaldırıp kardeşlik iklimini kurma yolunda adımlar atılıyor...
Ama bütün bunlar “Türkiye iyiye gidiyor” diyebilmek için yeterli değil.
Buna mukabil bizim de kendileriyle birlikte “Türkiye iyiye gitmiyor” dememizi isteyenlerin yegâne dayanakları “kurumlar arasındaki çatışma” meselesi.
“Türkiye kötüye gidiyor, çünkü kurumlar çatışıyor” diyorlar. Buraya nereden varıyorlar? Erge
nekon konusunda -çoğunu kendilerinin ürettiği veya körüklediği-
tartışma konularından.
Ergenekon operasyonunu başından beri “ordunun etkisizleştirilmesi girişimi” olarak taraf ettikleri için polisin ve hatta yargının TSK ile çatışma içinde olduğu sonucuna kolayca varabiliyorlar.
***
Dolayısıyla söz konusu arkadaşlara göre ordu ile
emniyet ve yargı arasında çatışma var. Demek ki Türkiye’nin sistemi çatırdıyor, düzen bozuluyor. Kısacası gelecekten ümitli olmak yanlış.
Oysa kurumlar arasında abartıldığı kadar bir gerilim veya çatışma olduğunu söylemek için karamsarlık bile yeterli değil.
Kurumların başlarındaki insanlar bir araya geliyorlar, meseleleri konuşuyorlar. Cumhurbaşkanı’nın ve
Başbakan’ın olağan görüşmelerine bakın. Önceki gün yapılan olağandışı “devlet zirvesi” fotoğrafına bakın. Orada bir çatışma göremiyorsunuz. Mesela
Genelkurmay Başkanı’nın “kozmik oda” aramasından rahatsız olduğuna dair bir emare yok.
Bunun haricinde şu ya da bu kurumun içinde yer alanların bir büyük
iktidar kavgasının tarafı olarak veya figüranları olarak çıkardıkları
gürültü-patırtı hiçbir şekilde “kurumsal” değil. O çok belli.
Bir de şu var: İçinden geçtiğimiz sürecin adı normalleşme... Bu da sancısız olmuyor tabiatıyla. Sessiz sedasız da olamıyor.
Bu arada birileri de bu gürültüyü istismar edip kendi meselelerini gürültüye getirmek istiyorlar.
İkinci
Davos
Türkiye’nin bölgesel liderlik rolünü
tescil eden iki “kilometre taşı” var. Bunlardan ilki 1
Mart tezkeresinin reddi. Diğeri Başbakan Erdoğan’ın Davos’ta yaptığı çıkış.
Türkiye’nin dış politikasında ortaya çıkan yeni tavır bölgede genellikle memnuniyet uyandırdı. Yalnız bu gelişme iki bölge ülkesi üzerinde
soğuk duş etkisi yaptı. Onlar memnun kalmadılar. Biri
İsrail, diğeri
Mısır.
Mısır’ın öteden beri Arap ve
İslam dünyasına liderlik iddiası içinde olduğunu hatırlarsanız durum anlaşılır hale gelebilir. Ortadoğu’da ve İslam dünyasında çoktan denklem dışına çıktığına inandıkları Türkiye’nin oyuna geri dönüşü Mısır reji
mini şoke etmiş görünüyor.
İsrail ablukası altındaki Gazze’ye ulaşmaya çalışan insani
yardım konvoyuna karşı gösterilen tavır bir defa Mısır yönetiminin Türkiye konusundaki karın ağrısını teşhis etmemize izin veriyor. İkincisi ise kendisini Arapların lideri olarak takdim eden bir rejimin aslında İsrail’le kader birliğini ne derecede içselleştirmiş olduğunu gösteriyor.
Ama Mısır yönetiminin nefret uyandıran bu tavrı aynı zamanda Kahire’nin Arap kamuoyunun zihninde bütünüyle damgalanıp Türkiye’nin bir adım daha öne çıkmasını sağlayacak bir gelişmenin de habercisi olabilir.
Etkisi Davos gibi olabilir el-Ariş’in.