2010 yılının şu ilk gününde canınızı ‘kim asıl demokrat?’ türünden derin tartışmalara katkı yaparak sıkmak istemedim. Bu tartışmalarda yer kapmaya hevesli olan bizim gibi insanlar, ilkeliyizdir, doğruları biliriz,
tavsiye etmekten de geri durmayız; ama hayatı etkilediğimiz pek görülmemiştir.
Hayatı etkileyemediğimiz için de birbirimizle uğraşır, çevremizi etkilemeye çalışırız. Oysa hayat büyük dalgalar üzerinden hükmünü sürdürüyor. Devlet adamlarımız daha güzel ve mutlu günleri müjdeleyen çalışmalar yapıyorlar. Yılın ilk gününde sizlerin de keyifli bir başlangıç yapma ve karanlık günlerin geride kalmasının huzurunu yaşama hakkınız var. Bu nedenle geçen haftalarda gündeme gelmiş ama hak ettiği değeri bulamamış bir haberi dikkatinize sunmak istiyorum...
Bilindiği üzer
e devletimizi zora sokan, ulusumuza sıkıntı veren olaylardan biri de her yıl maalesef önümüze gelen 24
Nisan meselesidir. Bu tarihe yaklaşıldığında dünyanın birçok ülkesinde bir hareketlenme olur,
Ermeni soykırımı gündeme gelir ve acaba hangi ülkede yeni bir tasarı çıkacak, veya acaba hangi devlet başkanı soykırımı tanıdığını ifade eden bir cümle kullanacak diye kıvranıp dururuz. Ama merak etmeyin, müjdeli bir haberimiz var! Gerçi böyle bir konuda kanıta ihtiyaç bile yok. Başbakanımızın beyanının aslında herkes için makbul ve yeterli olması beklenir. “Benim ecdadım soykırım yapmamıştır, yapmaz” demesi üzerine
doğal olarak bütün dünyada bir geri adımın atılması, parlamentolardaki soykırım tesbitlerinin geri çekilmesi ve özür dilenmesi beklenirdi. Ancak Batılıların kafası biraz çarpık çalışıyor. Başbakanımızın demecini de onun Türk asıllı olmayabileceği şeklinde yorumladılar. İlaveten ‘ille de
belge’ şeklinde bir takıntıları da var. Öte yandan nedense bizdeki belgelerden de bir türlü tatmin olmuyor ve asıl belgelere ne olduğunu sorup duruyorlar.
Kısacası bu mesele bir kâbusa dönüşmüş durumda. Ama dediğim gibi müjdeli bir gelişme oldu... Medyamız ise maalesef bu habere yeterince yer vermeyerek ulusal bilincimizin ne denli zayıfladığını kanıtlamakla kaldı. Söz konusu gelişmeyi bizler de Türk
Tarih Kurumu’nun eski başkanı Yusuf Halaçoğlu’nun
Adana’da bir panelde yaptığı konuşma vesilesiyle öğrendik. Tamamen tarihî gerçeklere dayanan ‘1909 – Adana’da Ermeni Vahşeti’ başlıklı sunumunda, Halaçoğlu ‘Ermenilerin yaptıklarını ortaya koymak için’ 1990’lı yıllarda Ruslardan 500 dolar karşılığında 3200 belge satın aldığını açıklamış. Bunlar Adana olayları ile değil, doğrudan 1915’le ilgiliymiş... Nitekim Halaçoğlu’nun söylediğine göre, bu belgeler sayesinde
Türkiye Cumhuriyeti
Ermenistan ile yapılan protokolde ‘tarih komisyonu’ kurulmasını önerebilmiş. Diğer bir deyişle bu belgelerde öyle bilgiler varmış ki, devlet tarih çalışmaları yapılmasında bir beis görmemiş, hatta muhtemelen ‘bizim’ haklılığımızın da bu vesile ile kanıtlanacağına ikna olmuş.
Halaçoğlu’nun bu devlete ve millete katkısı gerçekten de ödenemez. Ele geçen belgelerin değerini ise şu sözlerden anlıyoruz: “Bu belgeler okunduktan sonra acilen yok edilmesi gereken belgelerdir. Ama ben Ermeni vahşetini ortaya koymak ve kimlerin oyunu olduğunu göstermek için satın aldım.”
Bilimsel çalışmalara
vakıf olmayanların, kendilerine mantıklı gelen ama aslında yersiz olan birtakım sorulara takılıp kaldıklarına sıkça
tanık olmuşuzdur. Burada da aklınızı karıştırabilecek muhtemel soruları baştan ele almakta yarar var. Acaba okunduktan sonra acilen yok edilmesi beklenen bu belgeleri Ruslar niçin saklamıştır? Tabii ki satmak için, çünkü bunların Türk tarihçilerin işine yarayacağını biliyorlardı. Peki, Halaçoğlu’nun aynı belgeleri okuduktan sonra
imha etmek durumunda olmasını nasıl açıklayabiliriz? Bu belgelerdeki bilginin Ermenilerin haksızlığını kanıtladığını biliyoruz, çünkü aksi halde devlet bu belgelerden hareketle ‘tarih komisyonu’na razı gelmezdi. Bu durumda insan Halaçoğlu’nun da etnik arka planından bir miktar kuşku duymuyor değil. Ama bu muhakeme doğru olamaz. Halaçoğlu o belgelerde sergilenen aymazlıktan ‘insan’ olarak rahatsız olduğu için onları muhtemelen yırtıp atmak isteği duymuş, ama bilim aşkı onu engellemiştir. Diğer bir ihtimal ise aslında o belgeleri imha etmek isteyecek olanın Rus tarafı olması ve Halaçoğlu’nun onları aksi yönde ikna etmesidir ve bu durum Halaçoğlu’nun etnik arka planına çok daha uygun bir açıklama olur. Tabii bu durumda da Rusların söz konusu belgeleri 1915’ten 1990’lara kadar saklamaya nasıl ikna edildikleri sorusu ortaya çıkıyor. Ayrıca bu kadar sakladıktan sonra, böylesine önemli bir arşivi toplam 500 dolara, yani bizim paramızla belge başına 23 kuruşa niçin satmış olabilirler. İnsanın aklına ‘vicdan’ geliyor... Bugünlerde epeyce popüler olan vicdan siyaseti acaba Rusları da etkilemiş olabilir mi? Acaba onlar da vicdana gelip
fiyat mı indirdiler? Bu alternatifi yabana atmamak lazım. Ne de olsa onların da geçmişinde bir parça solculuk var...
Demek ki aklımıza gelebilecek bütün soruların yanıtı var. Halaçoğlu’nun ele geçirdiği belgelerin yeni bir dönemi müjdelediğinden hiçbir kuşkumuz olmamalı. Bu arada kendi arşivlerimizle ilgili de önemli bir bulguya ulaşmış oluyor ve bu alandaki Ermeni tarihçilerin duayeni sayılan Vahakn Dadryan’ın niçin sadece
Osmanlı arşivleri üzerine çalıştığını da anlıyoruz. Halaçoğlu’nun tesbitine göre Türkiye’nin tarih komisyonuna razı olması, Ruslardan satın alınan belgeler sayesinde olmuş. Yani bizim elimizdeki belgeler bu açıdan biraz sakıncalıymış. Düşünün, onca belgeyi okunduktan, büyük kısmını ise geçici bir saklama dönemi sonrası imha etmemize rağmen, hâlâ arşivimiz sakıncalı olma özelliğini sürdürüyormuş. Çare Halaçoğlu’nun işaret ettiği yoldur... Bütün Osmanlı arşivinin yok edilmesi ve yerine Ruslardan
ucuz bir bedel karşılığında, tarihsel değeri yüksek seçmece bir arşivin alınması. Bu da yapıldığı andan itibaren, artık bütün o
24 Nisanlar vız gelir, tırıs gider.
***
Ülkemizin önünde böylesine güzel
açılımlar varken, bazılarının hâlâ birlik beraberliğimizi rencide edecek başka açılımlara tevessül etmesi ise umut kırıcı oluyor. Oysa DP Başkanı
Cindoruk geçenlerde ne güzel söylemişti: “Biz bu kadar biraradayken, bugüne kadar bölünmeyi düşünmezken, sıkıntılar içinde dimdik ayakta kalırken... nereden çıktı bu açılım?”
Umarız bu bilgece sözler hükümetin kulağına gider. Ama ülkemizin hak ettiği yere gelmesi sadece hükümetle olmuyor. Son dönemde ortaya çıkan iki tehlikeye işaret etmeden geçmemek lazım: Ülkemizin bir köşesinde öğrenciler ve veliler toplu olarak ‘Andımız’a karşı çıkmışlar. ‘Türküm doğruyum çalışkanım’ sözünün çocukların psikolojisini bozduğunu söylemişler. Yurdun bir başka köşesinde ise bir
Müslüman dindar genç, vicdani retçi olmuş ve eline
silah almayı, askerî
üniforma giymeyi reddetmiş.
Bilinmesi gerek ki bunlar birlik ve beraberliğin sabote edilmesidir. Bizde ‘birlik’ anlayışının, Kürtlerin Türk, Müslümanların laik olması demek olduğu ne kadar da çabuk unutuluyor... Geçmiş yaşantımızı bizlere hatırlatan toplumsal arşivin de bu açıdan zaafları olduğunu
itiraf etmemiz lazım. Çıkış yine Halaçoğlu’nun işaret ettiği yoldur: Gerekirse bu münafık Kürtlerin ve Müslümanların da gönderilmesi ve yerine Ruslardan uygun fiyata laik Türk kimliğine uygun Orta Asyalı vatandaş ikame edilmesi, dimdik ayakta duran bu millete en büyük
hizmet olacaktır.