Önceki
akşam, taşra baskılarını gönderdikten sonra odamda oturmuş televizyon kanallarında dolaşarak haberlere bakıyordum.
Birden karşıma
siyah beyaz bir Türk filmi çıktı.
Herhalde 60’lı yıllarda çevrilmiş olmalı.
Olağanüstü güzel ve
genç bir
Hülya Koçyiğit, daha yeni yeni parlamaya başlamış delikanlı bir
Cüneyt Arkın, filmi sırtlayıp götüren Sadri Alışık ve dönemin bütün seçkin “karakter” oyuncuları, Necdet Tosun, Hulusi Kentmen ve diğerleri.
Belli ki o günlerin “hit” filmlerinden.
Her şeyi boşverip filmi seyrettim.
Zengin “fabrikatör”
babanın oğlu bir pavyonda
şarkı söyleyen “masum” bir kıza âşık oluyor, baba âşıkları ayırmak için parayla adamlar kiralıyor, adamlar kızın içkisine ilaç koyuyorlar, kız sesini kaybediyor, bunun üzerine
intihar etmeye kalkıyor, tam kendini Galata Köprüsü’nden denize atacakken babacan ve bitirim bir adam geliyor, kızı kendini öldürmemeye ikna ediyor, birlikte adamın gecekondusuna gidiyorlar, kız orada yaşamaya başlıyor, önce mahalleli buna kızıp dedikodu yapıyor, sonra kız bir gün bir çocuğu arabanın altında ezilmekten kurtarınca mahalle
halkı onu seviyor, kız mahallelinin çocuklarını eğitiyor, kızı gecekondusuna getiren ve ona âşık olan bitirim adam kızın yeniden sesine kavuşması için onu
ameliyat ettirmeye karar veriyor, gerekli parayı bulamayınca kızın eski sevgilisinin babasının kasasını soyuyor ama kasadan sadece ameliyata yetecek kadar para alıyor, kızın sesi düzeliyor, yeniden sahneye çıkıyor, kızın afişlerini her yana asıyorlar, eski sevgilisi kızı buluyor, kıza âşık olan bitirim iki sevgilinin arasını yapıyor ve kendisi acıyla uzaklaşıyor.
Filmde hiç “kötü” kahraman yok, kızı oğlundan ayırmak için adam tutan fabrikatör baba bile iyi bir insan.
Herkes iyi.
Ve, seksin s’si bile bulunmuyor filmde.
Yedi yaşındaki çocuklar için
çizgi film yapsanız bundan daha karm
aşık bir kurgusu olur.
İnsanlar bu filmi seyrediyorlar.
Aradan kırk ya da elli yıl geçiyor, bu film televizyonlarda oynuyor ve ben de dahil birçok insan bu filmi gene seyrediyor.
Bu filmi yapabilmek nasıl bir “cüret” diye düşündüm, böylesine hayattan kopuk, hiçbir sahnesinde “inandırıcılık” sorunu taşımayan, inandırıcı da olmayan bir filmin insanlar tarafından seyredilebileceğine inanmak için bu halkın “saflığına” iman etmiş olmak gerekiyor.
Ama filmi çekenlerin inandığı kadar “saf” gerçekten de seyirciler.
Bütün hayatı basit bir çocuk oyunu gibi gören halkın “masumiyeti” beni korkuttu doğrusu.
O filmi seyredenler, o filmdeki gibi insanlarla hiç karşılaşmayacaklarını, hiç öyle insan olmadığını, olayların öyle gelişmeyeceğini biliyorlar ama gene de bu filmi seyredip filmin “gerçekliğine” inanıyorlar.
Böyle bir halk her şeye inanır.
Ermenilerin Türkleri kestiğine de, Kürtlerin durduk yerde dağa çıktığına da, ordunun hiç hata yapmayacağına da, bütün dünyanın Türklere düşman olduğuna da inandırabilirsin bu halkı.
Büyük bir “masumiyetle” bunlara inanabilen bir halk bu.
Ama bu masumiyet büyük de bir
vahşet saklıyor içinde.
Çünkü bunlara inandıkları zaman, gerçekleri söyleyenlere düşman olabilme ihtimalleri çok fazla.
Kendi “
masal” dünyalarının dışında duran herkes onlara “düşman” gibi gözükebilir.
Bu halkın “tarihine” baktığınızda, bu tarihin “
Türk filmlerine” çok benzediğini görürsünüz, bu “tarihte” Türkler iyi insanlardır, hiç kötülük yapmazlar, çok cesur ve kahramandırlar, savaş kaybetmezler, savaş kaybederlerse bu başkalarının kalleşliği yüzündendir, savaştıkları herkes “kötü ve haksızdır”, çok cesur ve çok dürüst oldukları için hep başka toplumların haksızlığına
hedef olurlar.
Türk filmlerini yapanlarla,
Türk tarihini yazanlar, aynı şekilde bu halkın “saflığına” ve “gerçekdışı olana” inanma eğilimine güveniyorlar belli ki.
Ve, “Türk filmi” ve “Türk tarihi” bütün Türklerin ruhuna yerleşmiştir.
“
Kültür” denen “toplumsal genlerimiz”, içinde bol miktarda bu saflığı, gerçek korkusunu ve gerçekdışılığa olan inancı taşır hâlâ.
Bugün bile en çok seyredilen Türk filmleri “gerçekleri” anlatanlar değil, bazen komediyle, bazen şiddetle, bazen kahramanlıkla “gerçekdışına” çıkan konuları seçen filmler.
Böyle bir kültürden, bu filmlerden, bu tarihten beslenen Türkler bugün “gerçeklerle” çok sert biçimde karşılaşıyorlar ve şaşırıp öfkeleniyorlar.
Devletin içinde karanlık çeteler olduğunu, ordunun disiplinsiz bir cuntalar karmaşasının içinde çalkalandığını, Kürtlere insafsızca haksızlık edildiğini, Ermenilerin öldürüldüğünü kabul etmek için çok zorlanıyorlar.
Filmleri seyrederken ruhlarını saran masumiyet, gerçekler karşısında şiddetli bir öfkeye dönüşüyor.
Ben bir Türküm ve kendi halkımın masumiyetini de vahşetini de anlayabiliyorum.
Çocuk gibiyiz biz ve bu çocuksuluğu hem içimde taşıyor hem de seviyorum.
Ama biz
katil bir babanın çocuklarıyız.
Ve, gerçeği gördüğümüzde babamıza benziyoruz.