Nicholas Von Orton (Michael Douglas), bütün yatırımlarının kontrolünü ve ilişkilerini elinde tutmaya alışık, zeki, kurnaz ve başarılı bir iş adamıdır. Ancak Orton'un bu düzenli yaşamı, sorumsuz fakat etkileyici
küçük kardeşi Conrad'ın (
Sean Penn) ona verdiği beklenmedik bir
doğum günü hediyesiyle köklü değişikliklere uğrar. Nicholas oyuna başlarken ortada çok büyük bir
ödül olduğunu fark eder ancak bu esrarengiz oyunun kuralları ve amacı hakkında hiçbir bilgisi yoktur. Ayrıca Nicholas karşılaştığı olaylardan hangisinin gerçek, hangisinin oyunun bir parçası olduğunu da anlayamaz. Kendi evinde esrarengiz kişiler tarafından izlendiğini fark eder. Bu kişiler onu ortadan kaldırmak istemektedir.
Bu oyun hayatını sonsuza dek değiştirecek bir
ölüm kalım savaşı haline gelmiştir. Hayatındaki sevdiği birçok insanın başına kötü şeyler gelmiştir. İşini, servetini, dostlarını, sevdiklerini her şeyini kaybeder. En son kardeşini de. Bir, kendisi kalmıştır, kendine de kıyacakken evinden kapılar bir açılır, bakar; bütün kaybettiğini düşündükleri karşısında. Başta kardeşi Conrad olmak üzere herkes “Sürprizzz” demektedir.
David Fincher’in yönettiği 1997 yapımı The Game (
Oyun) isimli filmden bahsediyorum. Klasikler arasına girmeye
aday bu ödüllü filmde; sahip olduğumuz nimetlerin (servetimiz, huzurumuz, dostlarımız, ailemiz) kıymetini bilmeyi öğretiyordu, sevdiklerimizi kaybettiğimizde hayatımızın ne kadar çekilmez hale geldiğini betimleyerek...
...
“Bu film durup dururken nereden aklına geldi?” derseniz;
Gazetelerimizde “
Genelkurmay Başkanlığı,
Diyarbakır 3. Ağır
Ceza Mahkemesi'ne gönderdiği yazıda,
başkanlık bünyesinde ''
JİTEM'' adında kurulmuş herhangi bir birimin mevcut olmadığını bildirdi” şeklinde bir haber okuyunca...
Soruşturmalarda adı da geçen, şuan
İsveç’te yaşayan siyasi ilticacı
Abdülkadir Aygan “Ben JİTEMciydim, işte
maaş bordrolarım, işte kimliğim” diye avaz avaz bağırırken... Biz de bu malumu ilanı kameralara bile kaydedip haber olarak Türkiye’ye geçerken... Emekli General
Necati Özgen, varlığını kabul ederken...
Ergenekon tutuklusu
emekli Albay Arif Doğan mahkemede verdiği ifadede JİTEM'in kurucusu olduğunu
itiraf ederken... JİTEM olayları, haberleri Türkiye’de ayyuka çıkmışken... Diyarbakır 3.
Ağır Ceza Mahkemesi'ne ulaşan ve
Genelkurmay Başkanı namına Ceza Hukuk İşleri Şube Müdürü
Hakim Albay Orhan
Önder imzalı yazıda, ''
Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde kurulmuş (JİTEM) adında herhangi bir birim mevcut değildir'' şeklinde yazıyormuş ya... İşte bu satırları okurken bu film geldi aklıma ve hayal gücüm bir anda çatlayıverdi.
O filmin sonundaki gibi, bir anda
Ankara Kızılay meydanında binlerce, on binlerce kişinin toparlandığını ve ellerini havaya kaldırmış, bizlere “sürprizzzzzzz..!!” diye bağırdığını hayal ettim. O kadar canlı kanlı bir hayal ki, gözlerimin önünde kıs kıs gülerek üzerlerindeki kanmış gibi gözüken kırmızı boyaları silmeye, ellerinin tersiyle elbiselerindeki toprakları silkelemeye çalışıyorlar gibi.
Hele Uğur
Mumcu,
Musa Anter var ki; ellerini dizlerine vura vura kahkaha atmaktan konuşamıyorlar bile. “İlahi çocuklar, amma güldürdünüz bizi. Öldüğümüze, öldürüldüğümüze nasıl da inandınız?!” diyebiliyorlar sadece.
On binlerce insan… Doğudan, Güneydoğudan, Batıdan...
JİTEM arabasıyla Diyarbakır-
Silvan yolunda, orada sağda Kağıtlık Jandarma Karakolu'nu geçince orada bir pınar yanında enselerine kurşun sıkılarak öldürüldüğü iddia edilen
Sağlık-Sen Diyarbakır Şubesi'nin üç üyesi Necati Aydın, Mehmet Ay ve
Ramazan Keskin de çıkıp gelmişler...
“Albay Kırca’nın ekibinin yaptığına da nasıl inandınız ama…” diyorlar, bir yandan da birbirlerinin omzuna şaplak atıyorlar, bir elleriyle de şaşkın şaşkın
bakan bizleri göstererek...
11
Mart 2004 yılında evinden ekmek almak için çıkan ve kendisinden bir daha haber alınamayan Murat Aslan da çıkıvermiş ortaya “cee ee” diyor, “ben de buradaydım…”
İdris
Yıldırım,
Servet Aslan, Edip Aksoy, Sıdık Etyemez, Ahmet Ceylan, Şahabettin Latifeci, Mehmet Salim Dön... Daha binlerce, on binlerce insan çıkıveriyorlar ortaya, tam da 2010’a girerken, gece tam 12’yi gösterirken...
Veli Küçük,
Yeşil,
Cem Ersever, Albay Arif Doğan, Abdülkerim Kırca, Albay
Temizöz… Onlar da geliyorlar gülerek. “Siz de inandınız onca şeye değil mi ama?” diyorlar..
Abdülkadir Aygan da gelmiş ilk uçakla İsveç’ten: “Şakaaa…” diyor, “Anlattığım her şey şakaydı..” diyor muzip bir şekilde gülerek..
Ve bizler de alkışa duruyoruz, hepimiz... 70 küsur milyon insan.. “Bravo.. müthiş bir oyunculuktu” diye bağırıyoruz. Islıklar, tezahüratlar… “Helal be size. Bizi iyi korkuttunuz. Biz de bunca
akıl almaz şeyleri gerçek sandıydık. Bundan böyle birbirimize sahip çıkacağız. Ülkenin ve kendimizin huzurlu olması için daha dikkatli olacağız” demekten kendimizi alamıyoruz. Bu dev prodüksiyona imza attığı için de derin yapıya
selam duruyormuşuz...
Bundan böyle biz de elimizdeki değerin kıymetini biliyormuşuz, önceden benzerlerini yaşamış kimseler olarak bir daha provokasyonlara gelmiyormuşuz.
Sonra Sertap Erener’in şarkısındaki “Hadi hadi yüreğim ha gayret/ Bu bir rüyaydı farz et…” sözleri geliyor fonda. JİTEM yoktu aslında.. Yaptığı iddia edilenlerin de hiç birisi yoktu, denilirken. Bu
tatlı hülyalara dalıp gitmişken, Sertap’ın şarkısıyla coştukça coşuyorum:
Değmeyin feryadıma, /Figanıma değmeyin/ Eğer sevda bu demekse/ Ben vazgeçtim/ Beni sevmeyin
Garipliğim kader değil/ Geçiçi gülmeyin/ Bu kış da efkarlıyım/ Bahara
Allah kerim
Hadi yüreğim ha gayret/ Hele sıkı dur hele sabret/
Başını eğme dik tut/ Bu bir rüyaydı farzet / Hadi hadi yüreğim ha gayret...
Hele sıkı dur hele sabret/ Bu bir rüyaydı farzet/ Hadi hadi yüreğim ha gayret...
RAMAZAN KERPETEN -
Stockholm / İSVEÇ