Eskiler "Tahdîş-i ezhân" derlerdi buna; zihnin tırmalanması, kurcalanması mânâsına. Günümüzdeki karşılığı "Gri
propaganda"dır;
zihin karışıklığı. Hadiseleri değerlendirirken neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusunda tereddüde düşmek, olayları "üst değer"lerin geçici kaybı neticesinde anlamlandıramamak...
"Kimsenin bu dünyada yoktur selâmeti / İllâ hayâl-i yâr müsellem gelir gider" demiş
şair. Müsellem, "Su götürmez derecede doğruluğu, hakikati herkesçe kabul edilmiş, âşikâr şeyler" demek. Bizim zihnî iklimimizde müsellem diye bir şey kalmadı. Hayâl-i yâr meselesinde bile ihtilâf halindeyiz. Dünyanın bilgisi elimizin ucunda ama tertibi olmadıktan, istikameti belirlenmedikten ve ne idüğü hakkında zihni berraklık hâsıl edemedikten sonra bilgi mânâsız, hatta tehlikeli bir mâlumat anbarı haline gelir. Eğitim de zaten bilgi edinmeye değil, bilgi işleyebilecek hâle gelmeye hazırlar insanı. Tâze
mezun gençlerin çoğunun hâlâ bilmedikleri, pek azının farkedebildiği bir nükte!
Tam da Sofistlerin "Ah nerde?" diye iç geçirdikleri ortam; Sofistler, sözle oynama hünerine sahip kişilerdi ve bu hünerlerini öğretip uygulamayı meslek seçmişlerdi. Felsefenin gelişimine katkıları ihmâl edilemez fakat bu hizmetleri, kötü şöhretleriyle atbaşı gider. Demagoji'nin de pîri sayılırlar; nâm-ı diğer "Lâf salatası". Bu kavramın en kötü tarafı, ne derece mâkul olursa olsun, karşınızdakinin söylediklerini, "Demagoji yapıyorsun!" ithamıyla değersizleştirmeye yaramasıdır.
Anlamı kaybeden, sisleyen, bulandıran cıvık mı cıvık bir zihin iklimi; her şeyi, ama her şeyi birbirine zıt en az iki farklı yerden, son derece mâkul görünen delillerle müdafaa edebileceğiniz izafi, kaypak, belkemiksiz bir
tartışma muhiti.
Üst değerler olması gereken yerde durmuyor, çünkü onlar da tartışma zeminine iteklenip yara-bere içinde bırakılmıştır.
Lügât dediğimiz şey, iki kalın
kapak arasına dikilmiş yüzlerce kâğıt sayfaya sıralanmış sözler değildir; lügât ortak değerlerin, üst değerlerin, mantığın, muhakemenin tespit ve
tahkim edildiği bir Pantheon'dur.
Kitap değil sadece, bir dünya; bir dünyayı var eden, anlamlı kılan,
tarife yarayan bütün değerler, kurumlar, kelimeler ve mânâlar...
Bizim lügâtimiz yok; vaktiyle vardı, dallarını kırdık.
Şimdi bir imlâ sözlüğümüz bile yok doğru dürüst. Geçenlerde dört ahbap oturup iki saat, "Kırklareli'ye mi yazılır, Kırklareli'ne mi?" diye kafa yorduk; bu mühim meselenin hâlline tâkât yetiremeyip dil âlimlerinden suâl ettik, neticede "öyle de olur, böyle de olur" dediler.
Yaa, dedik; "yaa!"
Cemil
Meriç yazmıştı bir yerde, "Bizler ki aynı kitaba baş eğmiş insanlarız; bizden âlâ akraba mı olur?" Kitap, hangi kitap; bizim bir kitabımız var mı? Şu sözün hikmetine ve anlamındaki derinliğe de "Vaay" demeliyiz hâlâ bir mânâsı kalmışsa, "Vaay!"
Bunlar
modern zamanlara mahsus şeyler sayılmaz pek. Güç için, para için, kadın için, menfaat için insanlar her zaman mânânın belini büküp başkalaştırmaya uğraştırmışlardır, tarihte misâli çok. Şaşırmıyoruz; zaten insanın en çetin imtihanı, bu dersin bakaloryası değil midir?
Küçük bir ayrıntı var sadece; küçücük bir şey; dünün şuarâsı mânâyı tahkim ederler, döne döne yoklayarak pekiştirirlerdi; zamâne lif lif dağıtıyor, kaotik bir karnaval gösterisine büründürüyor dili.
Kelimeler, çöl kumunun altında hızla hareket ederken lisanı ürperten birer kertenkele gibi; vuzuhu nerde, ne zaman ve neresinden sokacakları belirsiz.