Rum asıllı Marina'nın gözyaşları dökerek okuduğu İstiklâl Marşı hepimizi duygulandırdı. Ama aynı zamanda, azınlıklarla ilişkilerimizi düşünmeye de sevk etti. Özellikle, Fener Rum Patriği Bartholomeos'un sözleri çerçevesinde, bir vicdan muhasebesi yapmaya giriştim. "Hoşgörülü bir millet olduğumuzu" dilimizden düşürmememize rağmen, "Acaba eksik gediğimiz var mı?" diye sordum kendi kendime.
Biz ne diyorduk: "
Abdülhamid Darülaceze'nin ortak mekânında üç mabet (cami, kilise ve havra) inşa ettirdi, hâlâ yan yana duruyorlar. İstanbul'un tarihi yarımadasında Eminönü, Fatih ve
Beyoğlu ile
Üsküdar ve Kadıköy'de camiler, kiliseler, sinagoglar yan yana."
Peki Patrik neden yakınıyor: "İkinci
sınıf vatandaş" muamelesi görmekten.
Ecdat üç mabedi yan yana koymuş.. Tamam da, insanın aklına şöyle bir şey takılıyor: Neden azınlıktan tek bir milletvekili yok. Ya da
sivil ve askeri bürokraside onlardan birini göremiyoruz. General Maksi veyahut müsteşar Şellefyan'a bir gün ülkemizde rastlar mıyız dersiniz?
Zaten azınlıkların gözü o noktalarda değil. Patrikhanenin varlığı bile "
Vatikan" benzeri bir modele doğru gizli adımlar gibi görülürken, devlet içinde önemli bir makam elde etmeyi istemek akla ziyan! Ama bildim bileli bir
Ruhban Okulu meselesi var, bir türlü hal edilemedi. YÖK'e mi bağlanacak, Patrikhane'nin bünyesinde kalarak özerk mi olacak? Üstelik
AK Parti Hükûmeti Ruhban Okulu'nun yeniden faaliyete geçirilmesi talebine hayır da demiyor. Oyalıyor.
Lâfa gelince bizde hoşgörüye dair çok söz var: "Severiz yaratılanı Yaradan'dan ötürü...." "Kim olursan ol; ister kafir, ister Mecusi, ister puta tapan. Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel."
Ecdat yapmış biz övünüyoruz. İşte Fatih Sultan Mehmet'in fermanı: "Ben ki Sultan Mehmed Han'ım; üst ve alt tabakada bulunan bütün
halk tarafından şu şekilde bilinsin ki, bu fermanı taşıyan
Bosna rahiplerine lütufta bulunup şu hususları buyurdum: Söz konusu rahiplere ve kiliselerine hiç kimse tarafından engel olunmayıp rahatsızlık verilmeyecektir. Memleketimize gelip korkusuzca sakin olsunlar ve kiliselerinde yerleşsinler; ne ben, ne vezirlerim ne de halkım tarafından hiç kimse bunlara herhangi bir şekilde karışıp incitmeyecektir. Kendilerine, canlarına, mallarına, kiliselerine ve dışardan memleketimize getirecekleri kimselere yeri ve göğü yaratan
Allah hakkı için, Peygamberimiz
Muhammed Mustafa hakkı için, yedi Mushaf hakkı için, yüz yirmi dört bin
peygamber hakkı için ve kuşandığım kılıç için en ağır
yemin ile yemin ederim ki, yukarda belirtilen hususlara söz konusu rahipler benim hizmetime ve benim emrime itaatkâr oldukları sürece hiç kimse tarafından muhalefet edilmeyecektir."
Bir başka hoşgörü hikâyesi de,
İspanya'dan kovulan Musevilere kucak açmamıza dair: "İspanya Musevileri 1492 yılında sınır dışı edilirken, Padişah İkinci
Beyazıt donanmasına Musevileri İberya yarımadasından
kurtarma emri vermiştir."
Alkışlar Fatih'e, 2'nci Beyazıt'a, Abdülhamid'e... Ecdadımızla övünelim ama biraz da onlara benzemeye çalışalım.
Bu arada Bartholomeos'un "Çarmıha gerildik" sözlerini de çok ağır bulduğumu söylemek isterim.
Belki ümitsizlik ve yılgınlığını ifade etmek istemiş fakat kantarın topuzu kaçmış gibi geldi bana.
YAZININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN