Seçilen mekân sadece savaş için kullanılabilecek bir mekân. Deniz
Kuvvetleri'mizin en
modern savaş gemilerinden
Oruç Reis Firkateyni. Kıyafet, askerlerin "
arazi kıyafeti" dediği savaş kıyafeti.
Aynı kıyafetlerle kuvvet
komutanları, içtima düzeninde doksan derecelik açıyla yan yana dizilmiş. Yanlış anlamamız imkânsız.
Genelkurmay Başkanı bu fotoğrafın anlamına
akıl erdiremeyecek olanlara da açıklama getiriyor. Konu,
İlker Başbuğ'un daha önce de "asimetrik
psikolojik harekât" diye nitelediği asker-
terör ilişkisine yönelik süreçler ve eleştiriler. Yani
Ergenekon davası ve etrafında süren tartışmalar.
Savaş gemisinde, bir savaşı yönetiyormuş gibi konuşmasını "Bu konuya özellikle, bugün üzerinde beraber olduğumuz TCG Oruç Reis Firkateyni'nde değinmemin özel bir anlamı vardır. Herhalde herkes, açıkça ne demek istediğimi anlamaktadır." Çok açık bir ihsas değil, ama bir tehdit hem de silahlı bir tehdit olduğu galiba açık.
Öbür tarafta bir iktisat
profesörü. Aydın bir gazeteci ve
köşe yazarı. Uluslararası ekonomide değişen paradigmaları konuşmak için katıldığı canlı yayında, önüne savaş gemisinden yapılan bu
basın toplantısı geliyor. Son derece
doğal ve anlık tepkilerle,
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un sözlerine
cevap veriyor. Sözlerinin özü, bu silahlı meydan okumaya
boyun eğmediğinden ibaret. Galiba tam da Başbuğ'un şikâyet ettiği "asimetrik psikolojik savaş"ın örneklerinden biri ile karşı karşıyayız. Kaleminden ve çenesinden başka gücü olmayan bir profesör, tam müsellah, savaş gemisinin güvertesinde ordusunun başındaki komutana cevap yetiştiriyor.
Bir yığın soru arasından benim aklıma gelen, başlığa aldığım soru. "Kim daha kahraman: İlker Başbuğ mu, yoksa
Mehmet Altan mı?" Yanlış duran şeyleri ve başarısız yürüyen "gerçek asimetrik psikolojik harekâtı" deşifre etmek için, bu sorunun cevabını takip etmek lâzım.
İlker Başbuğ ne diyor?
Bu müsellah ve çok fazla muharip görüntü içinde Genelkurmay Başkanı sadece bir polemik yürütüyor. Polemiğin konusu ise
Ergenekon davası ile gündeme gelen asker kişilerin yer aldığı iddia edilen, ordu içindeki kurumsal bir illegal yapılanmayı gündeme getiren terör plan ve
eylemleri.
Kafes Planı,
Danıştay suikastı,
Zir Vadisi bombaları,
Poyrazköy kazıları,
İrticayla Mücadele
Eylem Planı vs. İlker Başbuğ gemi güvertesinde, savaş kıyafeti ile basına yaptığı açıklamalarda yargıya hitap ediyor ve "adlî makamların ihbar mektuplarına ve gizli tanıkların ifadelerine karşı daha duyarlı ve daha dikkatli hareket etmeleri" talimatını veriyor. Ben şahsen bu cümlenin peşinden gelen "aksi durumlarda kurumlar arası çatışmalara neden olunabileceği" uyarısından, Oruç Reis Firkateyni'nin bu "çatışma"da yer alacağı sonucunu çıkartmadım.
Beşiktaş iskelesinin yanındaki Beşiktaş
Adliyesi'ne bu geminin toplarını çevireceğine, savcıların da ihtimal vereceğini sanmıyorum. Ama yine de bu cümlelerin "yargıçlara talimat verilemeyeceği ve telkinde bulunulamayacağı"nı amir Anayasa'nın 138. maddesine aykırı olması durumu değişmiyor. Bir hukuk devletinde böyle bir
manzara olabilir mi?
Askerin siyasete müdahalesinden daha vahim bir durum. Genelkurmay Başkanı, bir savaş gemisinin güvertesine çıkıp yargıçlara
mesaj verebilir mi?
Devamı daha dehşetli: "Terör olaylarını
Türk Silahlı Kuvvetleri ile ilişkilendirmeyi,
PKK destekleyicileri, PKK sempatizanları yapabilir. Ancak böyle ilişkilendirmeleri ve bu amaca yönelik imalı konuşmaları siyasiler, akademisyenler ve medya mensupları yapamaz, yapmamalıdır." Bu ifade Ergenekon davasını toptan reddetmiyor mu? İfade muğlak, ama TSK bünyesinde görevli her subayın, Ergenekon'da aklanması lâzım. Bir
darbe davası ve bu darbenin şartlarını oluşturmak için girişilen ve planlanan provokatif terör eylemlerini "Türk Silahlı Kuvvetleri ile ilişkilendirmeden" nasıl ortaya çıkartabiliriz? "İrticayla Mücadele Eylem Planı"na "kâğıt parçası" diyen ve savcılara "bu belgenin sahte olduğunu ispatlama" görevi veren kişi, bu sözlerin de sahibi değil mi?
"Toplumsal huzura giden yolun, ortak değerlerimizin güçlendirilmesinde olduğunu düşünüyoruz. Farklılıklara elbette saygılı olmalıyız. Ancak farklılıklara saygılı olmak her zaman farklılıklarımızı öne çıkarmayı da gerektirmez." İlker Başbuğ'un bu sözlerindeki "farklılıkları öne çıkartmayın" uyarısına
itiraz edenler olabilir. Ama genel olarak ortak değerlere, toplumsal huzura yapılan vurgu güzel. Sorun sadece bu sözlerin bir savaş gemisinin güvertesinde, silahlı bir güç gösterisi eşliğinde söylenmesi. Çelişki burada. Bu sözleri koca ordunun başındaki komutanın bir tehdit havasında telaffuz etmesi. Ve bu ayrıntı bir
ülkeyi medeni ülkelerin fersah fersah uzağına düşüren esaslı bir ölçüyü veriyor. Tekrarlamaktan çekinmeyelim: Genelkurmay Başkanı'nın bir savaş gemisinin güvertesinde yüksek komuta heyetinin huzurunda kendi kurumunu ilgilendiren bir dava ile ilgili yargıçlara talimat verdiği, siyasetçileri, akademisyenleri ve medya mensuplarını hizaya çekmeye kalktığı bir ülke medenî bir ülke olabilir mi?
Bir hukuk devleti olamayacağı zaten ortada.
Allah aşkına bu manzaranın Türkiye'ye yakıştığını söyleyen biri çıksın. Bu ülkenin dışarıya karşı korunması için benim vergilerimle alınmış bir savaş gemisinde, benim vergilerimle maaşları ödenen komutan nasıl herkesi hizaya çekmeye, tehditler savurmaya cesaret edebilir? Allah aşkına söyleyin: Benim ülkem bu komutanlara müstehak mı?
Asıl can alıcı soruya dönelim: Bu ülkenin askerleri mi, yoksa aydınları mı daha kahraman? O kadar silahın arasından korkutucu bir fonun önünde meydan okumak mı daha cesurca? Yoksa Mehmet Altan'ın yaptığı gibi televizyonda canlı yayında bu yüksek perdeden çekilen zılgıta çatır çatır cevap vermek mi? Kim daha cesur ve kahraman?
Sonuç:
Kahraman aydınlara sahip olduğuna göre, bu ülkenin hâlâ medenî bir ülke olma şansı mevcut. Ve dahi sorunlarını silaha müracaat etmeden barışçı yöntemlerle çözme, sağduyu ile birliğini ve dirliğini tesis etme ihtimali hâlâ var. Çünkü en az silahın gölgesinde konuşulabilenler kadar cesurca şeyleri söyleyebilen aydınları var.