Avrupa'da
İslam korkusu depreştikçe "sonradan olma ile anadan doğmanın bir olamayacağı" gerçeği kendisini hatırlatıyor.
Avrupa'da büyük mücadeleler verildi. İnsanı özgürleştirebilme yolunda asla küçümsenemeyecek adımlar atıldı. Hatta bu uğurda çok ağır bedeller ödendi. Ama
İsviçre gibi gıpta edilen bir ülkede yapılan minare referandumu gösterdi ki daha çok mesafe alınması gerekiyor.
Ekonomik yeterliliğine ve kültürel zenginliğine rağmen aşılamayan korkuları varmış Avrupalının. Bu korkular Müslümanlardan değil, İslam'ın bizatihi kendisindenmiş. Müslümanlar zafiyet içinde, cehalet ve ihtilafın pençesinde kıvranırken bile İslam, insan tabiatına uygunluğu,
akıl ve hissiyatına ihtiyaç duyduğu şeyleri verebilen yapısıyla münevver beyinlere yakınlığını her an hissettirmiş demek ki.
Aydınlanan ve araştırma aşkıyla her türlü tehlikeyi göze alarak okyanusun diplerine dalan, uzayın derinliklerine açılan ve vücudunu oluşturan hücrelerin çekirdeklerine kadar giren insan, gönlünden ve ruhundan gelen güçlü sinyallere karşı ne kadar sağır kalabilecek ki?
Eğer bir gün ruhunun ve gönlünün ihtiyaçlarını gerçekten dikkate almak isterse, bilimde kat ettiği ilerleme, muhakeme seviyesi, bu konularda hür ve metodik düşünebilmenin kıymetini çok iyi bilen Avrupa adamına, Avrupa "hayır" mı diyecektir? Hür düşünceye ve araştırma aşkına set çekerek büyük mücadelelerle ortaya çıkardığı değerleri tahrip sürecine mi girecektir?
Hem gittikçe iç içe geçen bir dünyada, herkesin her tarafa gitmeye başladığı bir zamanda İsviçreliler minareye izin vermeyerek neyi başarmış olabilirler ki? İsviçrelilerin hiç minare görmeden yaşayabilmelerini mi?
İslam'ın mükemmelliği ile insanın münevverliği birbirine yaklaştıkça Avrupa'nın şuuraltı korkuları ortaya çıkıyor. Hâlbuki gerçek özgürlüğe ulaşma imkânı bu korkuları yenebilmenin, hakikate ulaşma aşkının önündeki bütün engelleri kaldırabilmenin ardında duruyor.
Avrupa milletleri eskiden de İslam eserlerine karşı hoşgörülü olamadılar. Endülüs'ten geriye ne kaldı? Osmanlı'nın asırlarca yaşadığı ve çil çil kubbelerle donattığı ülkelerde bugün görebildiğimiz bir şey var mı? Bosna'daki iç savaşta Sırplar neden
Mostar Köprüsü'nü ve cami minaresini özellikle
hedef aldılar?
Oysa Anadolu'da havralar hiç kapanmadı.
Kiliseler camilerin hemen yanında ayinlerine devam etti. Minarelerden hoş sedasıyla ezanlar yayılırken kilise çanları diğer tarafta çalıyordu. Ne çan kuleleri yıkıldı, ne de çan sesleri susturuldu.
Avrupa'nın bilimde, teknolojide İslam dünyasını şoke eden dev atılımları yaşarken de çan kuleleri problem olmadı. Devletin yönü Batı'ya çevrilip, kılık-
kıyafet ve
harf devrimleriyle Avrupa'ya uyumlu hale geldiğimiz zamanlarda halkımızın Hıristiyanlaşacağına dair bir korku yaşanmıyordu. Dinsiz olma korkusu vardı ama Hıristiyanlaşma korkusu yoktu.
Ne gariptir ki, Türkiye'nin gelişmeye, güçlenmeye ve daha fazla demokratikleşmeye başladığı bir süreçte bir kısım odaklar tarafından "Hıristiyanlaşma korkusu" yayılmak istendi. Dinî ve millî görünümlü kişiler eliyle birtakım CD'ler dağıtıldı. Profesyonelce hazırlanan bu CD'lerde Vatikan'ın üçüncü binyıl hedefinin Ortadoğu'yu ve Asya'yı Hıristiyanlaştırmak olduğu anlatıldı. Bu anlatım üzerinden İslam ile başarıyı buluşturmuş, yorumları ve uygulamalarıyla İslam'ı
modern dünyada yaşanılabilir kılan yollar açmış müstesna insanlara iftiralar atıldı. Hâşâ, "gizli kardinal" gibi yakıştırmalar yapıldı.
Yani, Avrupa'da İslam'ın gücünden kaynaklanan korkular artarken, içimizdeki birtakım kişiler de cehaleti istismar ederek, İslam'ı çağdaş dünyada temsil etme gücüne sahip şahsiyetleri "çamura bulama hizmeti" gördü. Gördü de ne oldu? Bir tarafta Müslümanlık, diğer tarafta Hıristiyanlık korkusu yayanlar "bizim olan" ile "bizden olmayanın" ayrılmasına
yardım etmiş oldular.
Samimiyet, hoşgörü, müsamaha ve insanlık bizde cibilli olarak var; sonradan olma değil. O yüzden minare referandumu reaksiyona sebebiyet vermeyecek; belki kendi değerlerimizi daha iyi fark etmeye yarayacak.