Danıştay'ın
katsayı eşitsizliğini kaldıran YÖK'ün kararına karşı verdiği yürütmeyi
iptal kararı birçok açıdan değerlendirmeyi hak ediyor. Bugünlerde kararı değerlendiren çok aklı başında, çok kapsamlı analizler okuyoruz. Bu analizler Danıştay kararı kadar YÖK'ün konuya yaklaşımını da meslek liselerine genel yaklaşım açısından sorunlu bulan noktalar üzerinde duruyor. Kürşat Bumin son iki yazısında bir yandan Danıştay'ın yaklaşımındaki ideolojik tutuma da dikkat çekse de, YÖK'ün yaklaşımının da sorunsuz olmadığına işaret eden etraflı bir analize yer verdi.
Sonuçta Danıştay ile YÖK arasında bir tür “kararlar kavgası” olarak ortaya çıkan süreçte “her iki karar mercii de 'katsayı'dan söz ederken neredeyse sadece imam hatip lisesi
mezunlarını hatırlamaktadır” diyor, Bumin. Oysa bütün meslek liseleri içinde sadece yüzde 8'i oluşturan İHL'ler bir yandan da bilinen anlamıyla “meslek lisesi” değildirler. Ayrıca İHL'ler etrafında veya İHL'ler için dönmekten bir türlü kurtulamayan bu tartışmada sonuç ne olursa olsun
Meslek liseleri etkilenmektedir ve mevzu böyle devam ettiği sürece de hiçbir zaman meslek lisesi sorununu tartışamayacağımız gibi bu liselerin ihtiyaç duyulan işlevine kavuşmasının tedbirlerini de alamayacağız.
İşin bir yanı bu olsa da Danıştay'ın tutumunda ne hukuki bir tutarlılık derdi ne de
Meslek liselerinin veya genel olarak eğitimin kalitesinin yükseltilmesiyle ilgili bir işlevsellik arayışının zerre kadar esamisi olmadığı çok açık. Dahası, katsayı uygulamasının sadece meslek liselerini vurmuyor olduğunu, dolayısıyla aradan İHL'ler çekilmiş olsa da bir 28
Şubat dehasının-sivri zekalılığının ürünü olan katsayı uygulamasının çok daha derine dalmayı hedeflemiş olan sınıfçı yapısının giderilemediğini burada kaydetmek gerekiyor.
28 Şubat yönetimindeki YÖK'ün icadı olan katsayı uygulamasında İHL veya meslek liseleriyle hiç ilgisi olmayan başka bir ayırımcılık konusu daha vardı: O da mezun olunan
ortaöğretim kurumunun başarısının doğrudan öğrencinin notuna yansıtılmasıydı. Bu inanılmaz
buluş sayesinde görece başarısız bir okuldan (bu tür okullar ülkenin neresinde olur tahmin ediniz) mezun olanlar kendi okullarının başarısızlığından dolayı da resmen cezalandırılmış oluyordu.
Dünyanın bütün bilim adamları bir araya gelse bulamayacakları kadar müthiş dâhice olan bu yol sayesinde aslında merkez ile çevre arasında aşılamaz bariyerler kurulmuş oluyordu. Bu yaklaşım Devlet ve
Cumhuriyet adına hareket ettiğini iddia ettiği hald
e devleti ve cumhuriyeti sadece belli bir zümreye ait kılmaya çalışıyordu. Geri kalanları ise asla kazanmaya çalışmadığı gibi aksine “tedip”, “tenkil” veya “haricilik” tutumlarıyla tamamen sistemden
ihraç etmeye çalışıyordu. Bu açıdan Dersim'deki tedip ile
başörtüsü yasağı ve katsayı uygulamasındaki haricilik arasında yakın bir ilişki vardır.
O yüzden bu tartışmanın, Türkiye'deki birçok siyasi tartışmada olduğu gibi, acı tarafı hiçbir argümanın kendi taraftarlarından başka kimseyi ikna edemeyeceğini bilmektir. Sözkonusu olan hukuk olduğunda tabii ki durum daha trajik bir hal alıyor. Çünkü hukuku uygulayan aktörlerin bütün taraflara ve konumlara eşit mesafede tam da “ikna edilmek” üzere açık ve hazır durumda olması esastır. Ama bu ve benzer davalar gösteriyor ki, Türkiye'de hukukçuların karar süreçlerinde konuyla ilgili kendi ön-yargılarının dışında hiçbir etki altında kalmamaları esastır. Önyargı ise kuşkusuz türlü biçimlerde oluşmuş olabilir, girmeyelim şimdi o mevzuya.
Nitekim Dr. Bekir S. Gür dün yayımlanan Zaman gazetesinin yorum sayfasındaki yazısında, Danıştay hukukçularının eğitimle ilgili verdikleri kararın gerekçe metninde, konuya
teknik olarak ne kadar uzak olduklarını çarpıcı örneklerle göstermiş.
Yargının tabii ki karar verdiği her konuda uzman olması gerekmez, ancak mevzuya uzaklığı dolayısıyla yargı sürecinde bilirkişiye veya konuyla ilgili uzman görüşüne başvurması gerekiyor. Oysa bilirkişi görüşlerinin bile yargı sürecindeki etkisinin son derece sınırlı kaldığını benzer olaylarda sıkça görüyoruz.
Ne yazık ki karar verdiği konularda hiçbir şey bilmediği halde “her şeyi bilen” rolünü oynamayı ve bilirkişi görüşlerini beğenmemeyi daha çok seviyor yargıçlarımız. Tıpkı yapacakları işler konusunda çok kararlı olan askerlerimiz gibi… Onlar da kendilerine yapacakları işlerin toplumsal etkisi ve yansımaları konusunda sosyologlara başvurmalarını
tavsiye edenleri “sosyologlara sorduğumuzda kafamızı karıştırıp kararlığımızı bozuyorlar” gerekçesiyle refuze ediyorlar.
Ne diyeyim; “Aman kararlılığınız bozulmasın” diyeceğim, ama bu cömertliğe hakkım olmadığını da biliyorum; çok yoğun bir cehaletten gelen bu kararlılığın, bu cesaretin, sahiplerini bir köşede tutup zararsızca uyutması halinde sorun yok, ne halleri varsa görsünler. Ama bu cehalet milyonlarca insanın geleceğini karartan, kırımcı bir etki yapıyorsa nasıl kendi haline bırakılabilir?
YENİŞAFAK