Ayrılık anı gelmiştir.
Güneş ak kayın ormanlarının arkasına sarkmaktadır.
Oruç tutan
Müslümanlar iki sevinçten ilkine kavuşurken o hem yurdundan hem de yuvasından ayrılıyordu.
Bir aralık oğlu Ahmet
Münir sanki bir şeyler hissetmiş gibi ağlamaklı bir sesle “Babacığım…” diyerek cebindeki paraları çıkarıp ona uzatırken gözleri yaşla dolar.
Oğluna;
“Oğlum! Sen masumelere bakacaksın, o para sana lazım olacak…”der.
Sözü sürdürecek mecali yoktur.
Gözleri buğulanır.
Araba gelip kapının önüne durur. Eşyalar
arabaya konur.
Babalarının boyunlarına sarılan kızların sessiz ağlamaları hıçkırıklara dönüşür.
Bindiği gemi iskeleden ayrılırken, bir günün daha bittiğini haber veren
akşam ezanları Kazan'ın minarelerine can vermektedir. Kazanın evleri camileri, minareleri yavaş yavaş silinmektedir.
Bacaklarına sarılarak ağlayan ve “
baba ne zaman döneceksin” diyen
küçük kızının, hıçkırıkları ve
yaşlı güzel gözleri hiç silinmez.
***
Fedakarlıkların dile geldiği
kurban bayramında büyük muhacir Abdürreşit İbrahim düşüyor hatırıma.
Zaten İbrahim deyince fedakarlık, fedakarlık deyince İbrahimler gelmez mi hatırımıza?
Günlerın baharı solukladığı bir gün Samurayların diyarında Önden Giden Atlılar' la buluştuğumuzda, büyük muhacir Abdürreşit İbrahim'in
mezarına gitmeye karar veriyoruz.
Tokyo'nun dışında bir yer.
Mezarlar arasında bir mezar.
Öylece bir başına. .
Büyük muhacirin, başucunda dikili ay yıldızlı bir gri taş;
“Sibir Türklerinden Abdürreşit İbrahim”
İnsanların çoğu şahsi hayatıyla uğraşırken, o,Türkistan,
Sibirya,
Moğolistan, Mançurya,
Kore,
Singapur,
Endonezya, Hint Adaları ve Hicaz'ı bir baştan bir başa dolaşan ve sonunda
Japonya'da karar kılarak, ömrünün son yıllarını Uzak Doğunun bu gizemli ülkesinde geçiren büyük
dava adamı, Abdürreşit İbrahim.
1800”lu yılların sonunda
Japonya”ya geldiğinde kendisinden başka Müslüman olmadığını görmek onu çok üzer.
Çekici bir sima, beyaz sakal ve sarığın bir hale gibi sardığı dolunayı andıran bir yüz.
O yiğitlik ve şehamet dökülen yüzde, gökten gelen iki yakıcı nokta gibi duran gözler…
Bu büyük dava adamı, Japonca bilmediğine çok hayıflanır.
Bir gün, ölü yakma merasimine katılır. Çok duygulanır ve hüzünlenir.
“
Allah korusun, ecelim geldiğinde ben burada kalırsam nice olur halim” diye acı acı düşünür.
Nikola adında bir misyonerin kırk beş yıl önce Japonya'ya gelerek üç yüz binden fazla insanı
Hristiyan yapması gayret atını kamçılar.
Fakat Nikola'nın arkasında koca bir devlet vardır ve senede bir milyon
rubleden fazla para göndermektedir.
Abdürreşit İbrahim ise; yola çıkarken eşden dosttan borç bulduğu 20 bin rublenin dört binini de tam ayrılacağı sırada “ baba dört bin ruble lazım “diyen kızına vermiş kalanıyla da Japonya'ya zor varmıştır.
Abürreşit İbrahim çaresizlikten, pek çok vakitleri dağlarda geçirir, akarsularda
abdest alır, namazı kılar ve bu tertemiz insanların
İslam'la tanışmaları için Allah'a yalvarır.
Kendisinden başka kimsenin Allah'a secde etmediği bu yerde yalnızlığını ve garipliğini düşünür ve “Allah'ım! Ne olur bana
yardım et” diyerek göz yaşı döker.
Japonların mukaddes kabul ettikleri Fujiyama Dağı'nın eteklerinde dolaşır, şiddetli sıcaklarda bile zirvesinden karların eksik olmadığı bu dağın eteklerinde bir mecnun gibi dolaşır, bir başına ezan okur, namaz kılar, dua eder.
Bir de yüreği gibi yanıp duran yanar dağları uzaktan seyreder.
Bir gün bir
Fransız gemisinden duyduğu
ezan sesiyle kendinden geçer. Yıllar sonra ilk defa ezan sesi duymaktadır. Bir ezan sevinci dolar içine. Aden'den gelen bu geminin reisi Müslüman bir Arap'tır ve çalışanlarından büyük bir bölümü de Müslüman'dır.
Bir gün bütün Tokyo'nun o sesi işitmesini ne kadar arzu eder.
Bir gün batımında,
iftar ezanları Kazan'ın minarelerine can verirken ayrıldığı gün gelir hatırına.
İslam dinin hakikatlarını Japonlara bildirecek bir vasıta yoktur.
Arapça ve
Türkçe bilmezler. Başka dillerde layıkıyla İslam'dan bahseden bir kitap bulmak da oldukça zordur.
Bir gün yüreğine umut olacak bir
cevap gelir dualarına . Ohara isminde bir Japon Müslüman olur.
Adını Ebu Bekr kor.
Onu başkaları takip eder.
Kısa sürede bir avuç inanmış insan bir araya gelmeye başlarlar.
İlk Müslüman olan Ohara; “bizim bu bir araya gelişimizi Hz Muhamed (s.a.v)in İslam'ın ilk günlerinde ashabı ile sohbetlerine benziyor” der.
Bu bir avuç insan “
Asya Savunma Gücü” cemiyetini kurarlar.
Kısa zamanda diğer illerde de yapılanırlar. Her geçen gün illerde inananların sayısı çoğalır.
Büyük muhacir Japonya'nın şehirleri arasında adeta mekik dokur.
Bir gün, millet meclisi eski başkanı Kavano başta olmak üzere Tokyo eşrafından bazı kişiler;
“ Biz burada İslamiyet'in yayılmasını istiyoruz, fakat Japonlar gözlerine gözükecek bir şeyler isterler. Yoksa heves etmezler. Misyonerler gelir gelmez, en gözde yerlere muhteşem mabetler ve okullar yapıyorlar. Üstelikte
ücret almıyorlar, siz bu
mescit ve okul işini üzerinize alınız, biz de
arsa işini takip edelim.” derler.
Abdürreşit İbrahim bu teklife çok sevinir. Hemen işe koyulurlar ve şehrin en merkezi yerinde tahsis edilen arsaya ahşap bir cami inşa ederler.
Diyanet İşleri Başkanlığımızın en anlamlı hizmetlerinden biri olan
Sinan ekolü Tokyo
Camii o arsada bulunan işte o ahşap camii yıkılarak yapılmıştır.
Bu gün,
Cuma hutbelerinin Türkçe, Japonca ve Arapça okunduğu Tokyo Camii'nin zarif minarelerinden yükselen ezan sesleri Japon halkı tarafından ilgiyle dinlenmektedir.
Abdürreşit İbrahim, İstanbul'a gelen Japon prensi ile Sultan
Abdülhamit'e de bir
mektup yazmayı da
ihmal etmez.
İngilizce veya Japonca bilen, yeterli dini bilgiye sahip on-on beş kişilik bir
heyet göndermesi halinde bütün bir Japonya'nın baştan aşağı Müslüman olacağını dile getirir, mektubunda. Abdülhamit , Meşihat dairesine sorduğunda bu evsafta kimsenin olmadığı cevabını alır.
Ne kadar acıdır.
Koca
Osmanlı medreselerinin durumu, yıkılışımız hakkında epeyce ip ucu vermektedir.
Koca
sultan “ ben, onun istediği evsafta insan bulsam ben Anadolu'ya gönderirim” der.
Bir ara japonya'dan ayrılma zorunda kalır. Geçtiği istasyonlara
akın eden insanlar, “İbrahim! İbrahim! bizi bırakma” diyerek, ardından
gözyaşı dökerler.
İstanbul'a gelir.
Osmanlı'nın zor yıllarıdır.
Alem-i İslam'ın üzerine çöken ümitsizlik kabusu İstanbul'u da
esir almıştır.
Sovyet hükümetinin Osmanlı nezdindeki girişimleri sonucunda Odessa'ya götürülüp, hapsedilir.
İki hafta kadar
hapis kaldıysa da,
Rusya Türklerinin büyük baskısı sonucu serbest bırakılır.
İstanbul'da bulunduğu günlerde,
Sultanahmet civarında bir eve yerleşen bu büyük dava adamı burada da boş durmaz.
Her gittiği yerde olduğu gibi burada da
dergi çıkarır.
Mehmet Akif'e;
“ Sen bütün Afrika'yı Asya'yı dolaşmalısın. Buzlu steplerde, kızgın çöllerde yaşayan Müslüman akvamın ahvalini yakından görmelisin. Senin şiirlerin ilkbaharın feyzi gibi, donmuş ruhlara yeniden hayat verir. Sen onları görmelisin, dinlemelisin, onlar seni görmeli, dinlemelidir.”der.
1934 yılında, tekrar Japonya'ya
döner. Tam 84 yaşındadır. Bu ihtiyar
aslan, geleceğin
Işık Süvarilerine zemin hazırlamak için on yıl daha koşturur durur.
Yorgun ve yaşlı yüreği daha fazla dayanamaz ve 94 yaşında Sonsuzluğun Sahibine yürür.
Binlerce inanan insanın iştirakiyle kılınır
cenaze namazı.
Şimdi, mezarından akseden nur bütün bir Japonya'yı kuşatacak güçtedir.
Doğuştan, İslam'a çok yatkın olan bu tertemiz insanlara İslam'ı anlatma ıstırabıyla nice uykusuz geceler geçiren bu büyük muhacir, şimdi Uzak Doğunun
Eyüp Sultanı gibidir.
Çok sevdiği Kazanı ve evlatlarını bir daha göremeyen bu büyük muhacirin mezarının başında Kazan'dan ilk ayrıldığı gün geliyor hatırımıza.
Hala, babalarının boyunlarına sarılarak ağlayan kızlarının hıçkırıkları ve; “ baba ne zaman döneceksin” sözleri yankılanıyor, mütevazı mezarlıktan.
YENİŞAFAK