Taraf’ın şimdiye kadar yayımladığı “
eylem planları” arasında bence en ürkütücüsü, yoğun bir korku ve
tehlike algısıyla
esir alınmış, böylece
gönüllü olarak “güvenli kafes”lere girmeye razı edilmiş yığınlar yaratmayı amaçlayan “kafes” planıydı...
“
Ergenekon davasına
soğuk”
gazeteler “kafes” planına da soğuk durdular. “Soğuk durdular” deyince yanlış anlaşılmasın, haberi gördüler de
küçük gördüler sanılmasın:
Hayır, bu “büyük” gazeteler haber sayfalarında iddialara hiç yer vermediler.
“İddia” diyorum,
evet... Bu türden haberler, hakikat kesin bir biçimde ortaya çıkana kadar iddiadır. Fakat dikkat edin, Taraf, ortaya bir iddia atıyor olsa da, Türk basınının pek sevdiği “iddia edildi”, “iddialara göre” gibi kaçamak kalıplara başvurmaya tevessül etmiyor. Bu, haberine (iddiasına) olan inancını gösteriyor. Biz de Nokta’da Darbe Günlükleri’ni yayımlarken “Özden Örnek’e ait olduğu iddia edilen günlükler” falan demedik, “Özden Örnek’in günlükleri” dedik.
Peki, ben neden anlatıyorum bunları? “
Kafes” planı haberine vebalı muamelesi yapan bir kısım medyanın bütün kaçamak noktalarını tıkamak için... Ahmet Altan’ın günlerdir sorduğu “neden yazmıyorlar” sorusuna verilen “Nereden bilelim gerçek olduğunu” cevabının pespayeliğini ortaya koyabilmek için...
Benim bu “
savunma”ya cevabım şöyle: Kim size “Deniz Kuvvetleri’ndeki cuntanın
hain planı” kesinliğinde haberler yazın diyor ki? Sizden istenen, suçlanan kurumun dahi yalanlamadığı bir haberi, ustası olduğunuz “iddia edildi” formatında vermeniz. (
Genelkurmay Başkanlığı’nın Taraf hakkındaki suç duyurusu, sanki Genelkurmay’ın haberi yalanladığı gibi bir illüzyona yol açtı. Oysa öyle değil, Genelkurmay sadece yürümekte olan bir davayla ilgili haber yapılıp masumiyet karinesine aykırı davranıldığı iddiasıyla böyle bir suç duyurusunda bulundu. Keza hükümet de haberi yalanlamadı.)
Haber kaçağı gazeteler boşuna debelenmesinler: Bu ölçüde vahim iddialar barındıran bir haberi hiç görmeyen bir gazetenin pozisyonu, ayrıntılı bir
cinayet ihbarının, “gerçek olmayabilir” kuşkusuyla sumen altına itildiği
polis merkezi gibidir...
Bir de
Oktay Ekşi var...
Ortada bu ve benzeri gerekçeler dolanırken,
Hürriyet gazetesi başyazarı
Oktay Ekşi 24 kasım tarihli yazısında yepyeni bir gerekçeyle ortaya çıktı. Demirel’in “verdimse ben verdim”ine benzeyen bu yeni gerekçe, o âna kadar piyasada dolaşanlara rahmet okutacak cinstendi:
“Galiba önceki gündü. Bir gazete, kendisinin tüm öteki gazeteleri atlatarak verdiği haberin, ertesi gün veya bir sonraki gün, başka bazı gazetelerde yer almamasını nerdeyse ağır bir suçmuş gibi sunuyordu. Bizim bildiğimiz gazetecilikte başkalarını ‘atlatma’ yani onlarda bulunmayan bir haberi verme, iyidir, başarıdır.
Gazeteci bu başarısıyla iftihar eder. Onunla da kalmaz. Yeni atlatmaların ardına düşer. Bulursa yeni başarısı nedeniyle tekrar mutlu olur.
Zaten gazeteciliğin en keyifli tarafı da budur. Ama bu keyif, başkalarını ‘Sen neden o haberi alıp yayımlamıyorsun?’ suçlamasına yol açmaz. Sen yayımlarsın, ben yayımlamam. Sana ne? Bizim bildiğimiz ‘demokrat’lığın temel ölçüsü, başkalarını kendi
tercihlerinde serbest bırakmaktır.”
Sanırsınız ki bahsi geçen haber bilmem kimin bilmem kimi bilmem kimle aldattığını açıklayan “atlatma” bir magazin haberidir... Sanırsınız ki sıradan bir cinayete bir tesadüfle tek başına şahit olan ve gazeteye yazdığı “özel haber”le bunun keyfini çıkaran gazeteci, haberini “takip etmeyen” başka gazeteleri eleştirmekte ve görevlerini yapmamakla suçlamaktadır... Birilerinin Oktay Bey’e “mahiyet” diye bir şeyin olduğunu anlatması gerekiyor galiba...
(Oktay Ekşi’nin, “kafes planını haberleştirmeme”ye gerekçe üreten meslektaşlarının arasına bu muhteşem gerekçeyle katılması ve ürettiği yeni kategoriyi tek başına doldurması, bana Beşiktaşlı Seriç’i hatırlattı... “Biraz da eğlenelim” faslından, size de anlatayım:
Panathinaikos’ta oynayan
Sırp futbolcu Seriç üç yıl kadar önce Beşiktaş’a
transfer edilmişti. Panathinaikos
taraftarları, Seriç’ten kurtulmalarına o kadar çok sevinmişlerdi ki, kulübün taraftar sitesi bu sevincin tezahürleriyle dolup taşmaya başlamıştı. Onlardan birinde bir
Yunan taraftar şöyle yazmıştı: “Dünya liglerinde top koşturan
futbolcular dörde ayrılır: Bazı futbolcular vardır, onları izlerken dakikalar bitmesin istersiniz, muhteşemdirler... İkinci grupta vasat futbolcular yer alır... Üçüncü grup fecidir, bir an önce futbolu bırakmalarını dilersiniz... Dördüncü kategoride ise Seriç yer alır!”
Hep böyle değildi...
Başlığa bakıp, “
Türk Silahlı Kuvvetleri söz konusu olduğunda Oktay Ekşi’nin her zaman bir vicdan ve gazetecilik problemi olmamış mıdır?” diye
itiraz edebilirsiniz... Birkaç yıllık bir dönemi hariç tutarsak, haklısınız. Ben size o kısa dönemi anlatacağım.
Sanırım 28
Şubat’taki ünlü “Alçakları tanıyalım” çıkışından sonra Oktay Ekşi, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bir generali tarafından oyuna getirilmiş olmanın “bilinci” ve
öfkesiyle uzun bir süre farklı bir çizgi izledi. Nitekim her şey ortaya çıktıktan sonra doğrudan “devlet”i
hedef alan öfke dolu bir özür yazısı kaleme alacaktı. Kürşat Bumin ve Ümit Kıvanç’la birlikte hazırladığımız Medyakronik’te (2000-2002) Ekşi’nin bu çizgi doğrultusundaki çıkışlarını memnuniyetle not ettiğimizi hatırlıyorum.
Mesela 26 Şubat 2002 tarihli yazısında, Genelkurmay Başkanı’na politik içerikli soru soran meslektaşlarını şöyle haşlamıştı:
“Hem Batı standartlarında yani iyi işleyen bir
demokrasi ister hem de Genelkurmay Başkanı’ndan ‘askeri’ konularda değil de ‘yargının durumu’ yahut ‘yolsuzlukla mücadele metotları’ hakkında görüş sorarsanız, sizin bu ülkede iyi işleyen bir demokrasi istediğinizden kuşku duymak gerekir. Aynı şey, son günlerde basına yansıyan ‘
İdam cezası kalkmalı mı kalkmamalı mı?’ tartışmasına veya ‘Herkes ana diliyle yayın yapma hakkına sahip olmalı mı?’ konusuna, Genelkurmay’ın yahut Türk Silahlı Kuvvetleri’nin karıştırılmak istenmesi konusunda da geçerli.”
Fakat ondan da önce Oktay Ekşi’nin “
Silopi Jandarma Komutanlığı’nda kaybedilen iki
HADEP yöneticisi”yle ilgili olarak 13 Şubat 2001’de kaleme aldığı başyazıyı hatırlamalıyız... Çünkü o başyazı, Kafes eylem planının neden haberleştirilmediğine ilişkin bütün gerekçeleri (Oktay Ekşi’nin kendi gerekçesi dahil) yerle yeksan eden bir yazıydı...
Olayı hatırlayacaksınız... İki HADEP yöneticisi 26 Ocak 2000’de çağrıldıkları Silopi Jandarma Komutanlığı’na gitmişler, bir daha da kendilerinden haber alınamamıştı.
Gelişme, bölgede son yıllarda hiç görülmeyen “gözaltında kaybedilme” olaylarının yeni bir evresinin başlangıcı olarak algılandı, büyük bir kaygıya ve korkuya yol açtı. Jandarma, iddiaları reddetti. Başta Hürriyet ve
Sabah, büyük basın kararlı bir tavırla gelişmeye gözünü kapadı. Oktay Ekşi, 13 şubatta şu satırları yazdığında, gazetesi Silopi’ye dair henüz hiçbir haber vermemişti:
“Günlerdir çeşitli yayın organlarında bu olay yazıldı. Ama
jandarma yetkilileri beş gün süreyle bu haberleri hiç üstlenmediler. Tanış ile Deniz’in karakola girdiğini dahi bilmezden geldiler. Ama yayınlar durmayınca ‘geldiler ama yarım saat sonra çıkıp gittiler’ anlamında bir açıklama yaptılar. Ve tabii kendilerinden başka kimseyi inandıramadılar. Şimdi biz kimseyi, hatta şüpheyi çeken jandarma yetkililerini dahi suçlamadan soralım: Değil iki insan, iki
tavuk kaybolduğu için karakola başvuruda bulunulsa bu kadar duyarsız davranmaya hakkınız var mı?”
İşte buyurun: Mahiyet itibariyle birbirine çok benzeyen iki haber ve iki Oktay Ekşi... Ekşi o zamanlar, haberi hiç görmemeyi tercih eden gazetesini “nereden bilelim gerçek olduğunu” diyerek ya da “mecbur muyuz başkalarının verdiği haberi vermeye” diye efelenerek savunabilirdi. Fakat gördüğünüz gibi öyle yapmamış.
Ben, Ekşi’nin o dönemine ait buraya sığdıramadığım örnekleri de hesaba katarak, başlıktaki soruyu şöyle cevaplıyorum: İkisi de...