Ekopolitik tarafından, geçtiğimiz
pazartesi ve salı günü düzenlenen çalıştayda Milli Birlik Projesi'nin
Kürt açılımı müzakere edildi.
Prof. Dr. Vamık Volkan'ın
başkanlık ettiği program, müzakereci ve gözlemcilerden oluşuyordu. Gözlemciler arasında
emekli Büyükelçi Özden Sanberk ve MİT'in üst düzey yöneticilerinden
Cevat Öneş gibi hatırı sayılır bürokratlardan konuyla ilgili akademisyenlere, basına kapalı olmasına rağmen fikirlerine itibar edilen gazetecilere ve hatta
terörist olarak dağda bulunmuşlardan yıllarca asker olarak
terörist kovalayanlara kadar çok renkli kişiler vardı.
Türkiye'nin geldiği noktayı gösteren ilginç tablolar oluştu program boyunca. Mesela, PKK'nın dağ kadrosunda terörist olarak yer almış Seydi
Fırat ile bir asker olarak yıllarca terör mücadelesi vermiş
Mete Bey, iki müzakereci olarak akşama kadar yan yana oturup müzakere konuşmaları yaptılar. Açılımdan ümitli olanlarla açılımın altında başka şeyler olduğuna inananlar ve de
Kürtlerin istekleri gerçekleşirse Türkler ve Kürtlerin iki ayrı ulus olarak ancak bir başka devletin domine etmesiyle bir devlet çatısı altında yaşayabileceğini kavramlarla ortaya koyan felsefî yaklaşımlara kadar her şey konuşuldu. Zaman zaman
tansiyon yükselse de kimse toplantıyı terk etmiyor; farklı fikirler, farklı bakış açıları birbirini zorluyor, geriliyor ama kopmuyordu.
Cengiz Çandar, Cevat Öneş ile Seydi Fırat'ın aynı toplantıya birlikte katılmasına dikkatleri çekti. Aslında daha dikkate değer olan Mete Bey'le Fırat'ın yan yanalığıydı. Düne kadar silahların gezinden birbirini görmeye çalışan iki insan, aynı masada ve omuz omuzaydı. Vuruşmuyor, konuşuyor; yok etmenin değil, birlikte var olabilmenin imkânlarını araştırıyordu.
Kürtler, aynı meseleyi yıllardır ve kim bilir kaç yüz defa konuşuyor olmanın rahatlığı içindeydi. Hiç zahmet etmeden söz birliği edebiliyorlardı. Ayrılmayı değil, birlikte yaşama isteğini dile getiriyorlardı. Onlara gör
e devlet kollarını açar, yeni bir anayasayla Kürtlere yöneticilerinin Kürt olması dâhil birtakım haklar verir ve Siyasi Partiler Kanunu'nda değişiklikler yaparsa problem çözülürdü.
Kürtlerin talepleriyle, "birlikte yaşama iradesi" arasında anlaşılır ve açıklanabilir bir taraf bulamayanlar, sakin sakin ifade edilen isteklerin ayrı bir devlete doğru atılan adımlar olduğunu görüyor ve, "Açık konuşun. Bizim zekâmızla dalga geçmeye kalkmayın." diyordu. Kürtler ise gün içinde birkaç defa "Koçbaşı
bıçak içindir" sözünü dile getirerek sükûnetlerinin konjonktürel yanını açığa vuruyor ve karşılarında "Daha Türkler konuşmadı" cümlesini buluyorlardı.
Güven konusunda bir sıkıntı vardı ve ortam tam bir A'raf tablosu çiziyordu. Tarihteki ortaklıktan ziyade, birlikte gerçekleştirilebilecek gelecek projesinin önemi vurgulanıyordu.
Gün boyunca süren tartışmalarda ortaya çıkan şuydu: Kilit de, anahtar da devletin elinde. Devlet, çevre ülkeleri de yanına alarak, küresel tasarımlara karşı "bu bölgede biz varız" diyebilir ve kendi iradesini küresel güçlere kabul ettirebilirse A'raf'tan
cennet gibi bir geleceğe doğru birlikte yürüyebiliriz. Aksi takdirde cehennemin isli, alevli ortamı kaçınılmaz olur. Gelecek projesi çok önemli ve o projenin Kürt tarafında eğer
Altan Tan istisna edilirse "din" konusu hiç de ağırlık teşkil etmiyor. Kürtlerin "fıtratlarının gereği olarak yöneticilerini kendilerinden görme isteği"ne vurgu yapan Kürt entelektüeller, Kürtlerin fıtratındaki dini salâbetin değiştiği sonucunda müttefik midirler? Hiç zannetmiyorum. O yüzden "Ortak geleceğin Eşref Bitlis'i
Öcalan mı olur, yoksa
Barzani mi?" sorusu çok tartışılacağa benziyor. Her ne kadar bazıları Öcalan'ı muhatap almaktan başka yol bulunamayacağında ısrar etse de Türkiye, Barzani ile tokalaşmaya her zaman daha yatkın duruyor. Bu durumda mevzu gelip, "Öcalan, Kürtlerin istikbali için fedakârlık edebilir mi?" sorusunda düğümleniyor!