Geçmişte muhtelif vesilelerle birkaç kez yazdım, ama ‘
Alevi Çalıştayı’ konuyu bir kez daha gündeme getirmeye vesile oldu.
Meseleye çözüm arıyoruz diye beyhude yere debelenmeye, çıkmaz sokaklarda avare turlar atmaya gerek yok. 30
Kasım 1925 tarihinde yürürlüğe giren 677 sayılı Tekke ve Zaviyeler ile Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile bir
takım unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun’u yürürlükten kaldırmadan bu sorun çözülmez. Zira söz konusu
kanun ehli
sünnet tarikatlarıyla birlikte Aleviliğe ve Bektaşiliğe ait bütün makam unvanlarının kullanımını
yasakladığı gibi, cami olarak kullanılanlar dışında mekânların kapatılmasını öngörüyor. Kullanılması yasak sıfatlar ‘Şeyhlik, Dervişlik, Müritlik, Dedelik, Seyidlik, Çelebilik, Babalık, Emirlik, Naiplik, Halifelik.’
diye tek tek sıralanmış... Yani; Dedelik, Babalık, Çelebilik gibi Alevi Bektaşi kültürüne ait unvanlarla tarikat geleneğinin yaşandığı tekke ve zaviyelere ayrıcalık tanınmamış. 1925 senesinde yapılan bu
düzenlemede yer alan cezai hükümlerin 1949’da ağırlaştırıldığını da biliyoruz.
Söylemek istediğim bu kanun yürürlükteyken siyasetin münhasıran Aleviler için istisnai bir düzenleme yapmasının mümkün olmadığı.
Fiili durum denilerek dergâhların faaliyetine ses çıkarılmaması, hatta buralarda devlet görevlilerinin katıldığı dini merasimler düzenlenmesi,
mimari tarihimizde örneği olmayan
cemevleri ihdası, Alevi/ Bektaşi derneklerine hazine yardımı yapılması,
dede okulları açılması herhalde yasal gerçekliği değiştirmez.
Alevi/Bektaşi inancına bağlı kitlelerin şikâyet ve taleplerine göz yumulması veya ipe un serilmesi kabul edilebilir mi, elbette hayır!.. Yıllardır muhtelif zeminlerde dile getirilen istekler, Alevi/Bektaşi topluluğunun ihtiyaç duyduğu, cemaate önderlik edecek kişileri yetiştirecek üniversite düzeyinde eğitim veren ilahiyat okulları açılması başta olmak üzere karşılanmalı... Görünürdeki engellerden biri olan ve onlarca Alevi/Bektaşi derneğinin varlığından kaynaklanan karmaşanın ise kanun zoruyla giderilmesi kolay değil.
Meselenin Alevi/Bektaşilerle alakalı yanı böyle... Oysa Türkiye’nin dört bir yanında ehli sünnete bağlı pek çok tarikat/dergâh var... Biz şimdi Alevilerin meselesini halledelim, diğerleri biraz öte dursun demek adil değil. Kaldı ki bu tasavvufi örgütlenmelerde de bir
gazete yazısının sınırları içinde ayrıntısına girmeye gerek görmediğim pek çok sorun mevcut. Ve biliniyor ki, sorunların önemli bir kısmı gerek dergâhların gerekse bunların itibar edilip ‘Şeyh, Efendi’ diye anılan dini önderlerinin, fiilen mevcut olmakla birlikte hukuken yok sayılmasından kaynaklanıyor...
İster
Sünni tarikatlar ister Alevi/Bektaşi cemaatleriyle ilgili olsun, sorunların çözümünün son dönem
Osmanlı uygulamasını yeniden değerlendirmede yattığını ise yıllardır yazageldim.
Adına ister Şeyhülislamlık diyelim, ister
Diyanet İşleri Başkanlığı, bu
çatı altında teşkil edilecek
‘
Meclis-i Meşayih’in yeniden ihdası muhtemelen bu sıkıntıları hem Aleviler hem Sünniler açısından ortadan kaldıracaktır. Aralarında en muteber Bektaşi ve Mevlevi dedelerinin de yer aldığı yedi tarikat şeyhinden teşekkül eden ‘icazet,
ehliyet ve murakabe’ mevkiinde bir meclis AB müktesebatına dahil ancak bizde şimdilik pek gündeme gelmeyen inançla alakalı belgelerde öngörülen örgütlenme ve tebliğ özgürlüğü hedefini Müslümanlar açısından gerçekleştirebilir.
NOT: Geçtiğimiz hafta cuma günü imam Ahmet Yüter’in daveti üzerine Topkapı’daki Oto
Sanayi Çinili
Camii’ndeydim. Dört katı doldurup ve sokağa taşan bir cemaate hitap etmek her zaman nasib olan bir şey değil... Sayıları giderek artan gayretli imamlardan biri olan Ahmet Yüter’in gelenek haline getirdiği, camiyi gerçek hüviyetine kavuş
turan cuma sohbetinin bu denli ilgi görmesine şaşırmadığımı söylersem yalan olur... Kimler gelip geçmemiş ki o vaiz kürsüsünden.
Ahmet Kabaklı hocadan
Nevzat Yalçıntaş hocaya, Sabahattin Zaim hocadan
Oktay Sinanoğlu hocaya,
Ahmet Turan Alkan kardeşimize kadar yüzlerce isim... Hadiselerin zihinleri gölgelediği ortamda ‘Sancılar yenilenmenin, değişimin sancıları, karamsarlığa kapılmaya mahal yok, her şey iyiye gidiyor’ demenin tam yeriydi. Ahmet Yüter’den
Allah razı olsun.