Yabancı bir dilde basit bir internet
araması yapmak üzebilir birçoğunuzu...
İngilizce “the cult of leadership” ya da Fransızca “culte de la personnalite” kelimelerinin peşine düşen bir arama motorunun bulacakları hoşunuza gitmeyebilir.
Zira “ara” komutunun bilgisayarınızın ekranına getireceği dosyalarda, Türkçesi “liderlik ya da şahsiyet kültü” olan bu kavramın, “totaliter rejimlerde bir devlet liderine yapılan aşırı dalkavukluk” olarak tanımlandığını okuyacaksınız.
Ve “liderlik kültüne” sahip
ülkelerle, çevresinde böyle bir “kült” oluşturulmuş liderlerin pek de fazla olmadığını göreceksiniz.
Nazi Almanyası ve
Hitler, Stalin ve dönemi, Mussolini ve
Franco, Çin ve Mao, Portekiz’de Salazarizm, Çavuşesku’nun Romanyası, Sefermurad Niyazov yani nam-ı diğer Türkmenbaşı,
İmam Humeyni ve
Saddam Hüseyin gibi isimler çıkacak karşınıza...
Bir de tabii, “
Atatürk” çıkacak.
Esasen de 1939 sonrası Cumhuriyet’le ilgili makalelere ulaşacaksınız. O makalelerde, Mustafa Kemal’in
ölümünden sonra sürdürülmekle kalmayıp büsbütün pekiştirilen, katılaştırılan, giderek
komik duruma düşürülen bir “kült” olgusunun anlatıldığını göreceksiniz.
Kurucu liderini sevapları ve günahlarıyla anlamayı, kabullenmeyi, onu tarihin içinde gücünü gerçekliğinden alan saygın bir yerde oturtmayı ve kabrinde “rahat bırakmayı” beceremeyen, tam tersine onun adını bugün artık basbayağı “geri” ve “gerici” bir konuma düşmüş olan bir ideolojiye tam anlamıyla alet ederek putlaştıran bir ülke çıkacak karşınıza...
Bize Kemalizmi bir din, Mustafa Kemal’i de bir
peygamber gibi benimsetmeye çalışan devletin, yıllar yılı okullarıyla, kitaplarıyla, heykelleriyle, marşlarıyla, rozetleriyle beyinlerimizi aslında dumura uğrattığını, çoğumuzu dünyaya ve bugüne bir türlü bakamayan, baksa anlayamayan, kendisini 1920’lerden ve 1920’lerin “yalnız ve güzel ülkem” sanrılarından bir türlü kurtaramayan “kült kuklaları” haline getirdiğini anlamaya başlayacaksınız belki de...
Ve bu durumun, “muasır
medeniyet seviyesini yakalama” hedefiyle aslında nasıl da çeliştiğini kavrayacaksınız muhtemelen, hatta belki bu tarihî ironiye güleceksiniz.
Aman dikkat edin...
Güldüğünüzü görmesinler.
Zira Mustafa Kemal’in ölüm yıldönümünde gülmeyi hiç de hoş karşılamayan vekillerimiz var bizim.
10 Kasım’ın bir “yas” değil bir “
anma” günü olduğunu asla anlayamayan ve böyle bir günde bu memleketi yirmi beş yıldır kanatan savaşı bitirmenin yollarını konuşmanın aslında ne kadar “anlamlı,” üstelik Cumhuriyet’in kurucu liderinin “yurtta sulh, cihanda sulh” sözüne de ne kadar uygun olduğunu düşünemeyen şahıslar onlar...
Tabii, “işin aslı başka” diyenleriniz olacak şimdi.
Meclis’teki iki
muhalif partinin aslında barışı konuşmak istemediğini ve 10 Kasım’ı bu isteksizliklerine bahane yaptıklarını söyleyecek bazılarınız...
Bu partilerin mensuplarının samimi ve sıradan birer “kült kuklası” olmadıklarını, içten pazarlıklı davrandıklarını,
Kürt meselesine barışçı ve demokratik bir çözüm bulunmasını çıkarlarına aykırı saydıkları için böyle davrandıklarını ve Atatürk’ü de bu oyuna alet ettiklerini anlatacaksınız.
Haklı olabilirsiniz.
Doğrusu, ben de sizin gibi düşünüyordum.
Ta ki
CHP İzmir Milletvekili Kemal Anadol’un, klasik
müzik yayını yapan TRT-3’te bir spikerin dün “Keyifli sabahlar diliyoruz” dediğini Meclis kürsüsünden hayret ve
öfke içinde haykırdığını gözlerimle görüp kulaklarımla işitinceye dek...
Adını bir zamanlar “sosyalist” kelimesiyle yan yana getirebilmiş olan bu zatın, Mustafa Kemal’in vefatının 71’inci yıldönümünde “keyifli bir sabah” dilemeyi bile adeta bir suç, bir
ihanet olarak algılayan sözlerini duymak benim için “sözün bittiği yer” oldu desem yeridir.
Birileri 10 kasımlarda gülmeyi, gülümsemeyi, günaydın demeyi, keyiflenmeyi yasaklamaya kalksa buna memnuniyetle
destek vereceği izlenimini yaratan bir kafadan hangi
açılımı kavramasını, hangi barış için uğraşmasını bekleyebileceğimizi bilemedim zira.
Bu kafayı yaratan kült üretme makinesine karşı artık gerçekten de bir
eylem planı geliştirmemiz gerektiğini düşünebildim sadece.
Adına da “
İrticayla Mücadele
Eylem Planı” demenin çok uygun olacağını...