Doğu İllerinde, Şeyh Sait ve
Ağrı İsyan’larından sonra, gerek
sivil gerekse de askeri yetkililer
bölgeyi gezmiş,
halkla hemen hemen hiç konuşmadan, sadece aralarında “dururm değerlendirmesi” yaptıktan sonra
Ankara’ya dönüp, Doğu Sorunu’nun nasıl çözülebileceği yolunda sayfalar döşenmişlerdi.
Bunların hepsi üç aşağı beş yukarı,
Kürtçe’yi yasaklamak, askeri güç kullanarak bölge halkını sindirmek, kimi aşiretlerle iyi ilişkiler kurup diğerlerini
tasfiye etmek, topuk vuranın sırtını sıvazlayıp soru soranın dilini kopartmak üzerine kaleme alınmıştır.
Sadece biri dışında:
Gayet Mahrem ve Zata Mahsustur damgasıyla dönemin Ekonomiden Sorumlu Bakanı (İktisat Vekili)
Celal Bayar’ın Şark Raporu.
Diğer baskıcı ve sindirmeye yönelik yöntemler öneren
raporlardan, Bayar Raporu’nun en büyük farkı şu cümlelerde yatar:
“Şeyh Sait ve Ağrı İsyanlarından sonra, Türklük ve Kürtlük ihtirası karşılıklı şahlanmıştır. İsyan edenleri cezalandırmak yerindedir. İsyandan sonra fark gözetmeksizin yönetmek de, bundan ayrı bir düzendir.
“Dıştan sokulmaya çalışılan politikanın zararlı akımlarını kırmak ve bu yurttaşlarımızı anavatana bağlamak için sürekli çalışmak gerekir. Kendilerine
yabancı unsur oldukları resmi ağızlardan da ifade edilirse, elde edilecek sonuç, tepkiden başka bir şey olamaz!
“Bugün, ‘Kürt’ diye bazı vatandaşlar okutturulmamak v
e devlet işlerine karıştırılmamak isteniyor. Daha doğrusu, bu vatandaşlarla ilgili nasıl bir düzen kurulacağını devlet bilmiyor!”
Raporda,
toprak reformundan tutun, bölge insanlarına yapılacak aynı ve maddi yardımlar, açılacak kredilere kadar, birçok
öneri yer alıyor. Bayar her türlü Kürt-Türk ayırımcılığından kaçınılması gerektiğini, halkın dışlanmasının ve salt askeri önlemlerle, yörenin “zapta rapta” alınmasının çok yanlış olacağını vurguluyor.
Ahmet Kekeç ise, Derin Roman adlı kitabında çok akılcı ve yerinde saptamalarda bulunuyor:
Bayar’ın raporu, “İsmet
İnönü’yü sinirlendirmişti. Uygulanması halinde devleti zaafa düşürecek tedbirlerdi. Çünkü Bayar, Doğu’daki
asayiş uygulamasını eleştiriyor, ayaklanmalardan Ankara’nın asayiş mantığını sorguluyordu!”
İsmet İnönü sinirlene dursun, “
Atatürk raporu okuyunca heycanlanmış ve hemen Celal Bayar’ı kutlamıştı. Rapor yepyeni bir
Türkiye mesajı sunuyordu!
“Ve 10
Kasım 1937’de, TBMM’de Bayar’ın Şark Raporunu neredeyse yere göğe sığdıramıyor, işte benim sözünü verdiğim program bu, diyordu.”
Ama sonra... Aradan bir yıl geçti, Atatürk ölmüş... İsmet Paşa Milli Şef olmuş, Bayar’ın Şark Raporu’da çöpe atılmıştı...
Yani, bi kez daha, bir ulusun geleceğinin, geçmişindeki doğrulardan ya da yanlışlardan nasıl kesildiğini görüyoruz, değil mi?
(Celal Bayar-Şark Raporu-
Kaynak Yayınları/Ahmet Kekeç-Derin Roman- Selis Yayınları)
Ömer El Beşir Türkiye’ye gelmiyor herhalde
Başta AB, ardından ABD Ankara’ya, Uluslararası
Ceza Mahkemesince hakkında
tutuklama kararı buklunan
Sudan Cumhurbaşkanı Ömer El Beşir’in, Türkiye’ye gelmemesini “nazik” bir biçimde önerdi.
Önceleri Ankara,
kulak asmadı bu ricacılara ama Türk kamu oyunda da Beşir’e yönelik tepkilerin arttığı görülünce, Ankara-Hartum hattında, gizli diplomasi devreye girmiş, ve ziyaretin sıkıntı yaratabileceği, nazik bir üslupla anlatılmış.
Şimdi, El Beşir niye bu kadar önemli? Çünkü Sudan’da hem petrol hem de
doğal gaz kaynakları var. Hem de öyle böyle değil! Şu anda petrolle en çok Çin’liler ilgileniyor. Ama TPAO,
arama ruhsatları ya aldı ya alacak. Türkiye’yle Sudan arasında 11
anlaşma yapıldı. Şimdi de Serbest
Ticaret Anlaşması imzalanacak! Türkiye-Sudan ticareti de 2000 yılında 43 milyon dolarken, 2009’da 350 milyon dolara çıktı. Dahası, Türk müteahhitlerinin aldığı işlerin toplamı 1.7 milyar dolar sınırını geçti. Ayrıca, Sudan’da çok zengin
altın,
uranyum ve
elmas yatakları da var.
El Beşir, örneğin
petrol arama ruhsatlarını Avrupa’lı ya da ABD’li petrol devlerine verse, o saat El Beşir’le kucaklaşmak için hepsi sıraya girer. Yanlış anlamayın, El Beşir’in acımasızlığı, soy kırımdaki baş rol oyunculuğu bağışlanası şeyler değil. Ama Batı, tünelin ucunda altını ya da petrolü gördü mü, bunları o saat unutur. Örnek mi?
Küba ve Kastro öncesi Batista dönemi. Batista ülkeyi parselleyip Mafya’dan tutun ABD’li şirketlere satmıştı. Kumarla
fuhuş Mafya’nın,
şeker kamışıyla
tütün ABD’li şirketlerin. Halk aç bilaç, Batista
milyarder. Herifin kestiği Küba’lı sayısının da haddi hesabı yok ha! Şili’ye bi göz atın. Halkın seçtiği Allende, yabancı şirketleri devletleştirdiği saat idam fermanını imzalamıştı. Hemen
darbe ve Pinochet geldi,
diktatör koltuğuna oturdu. Şirketler ve öncelikler Batı’lı şirketlere geri veridi... Yüz binin üstünde Şili’li kesilmiş, ipe çekilmiş, kurşuna dizilmiş... Kimin umurunda! Bu ülkelere başkalarını da rahatlıkla ekleyebiliriz.
Onun için, Türkiye önce kendi
ekonomik çıkarlarını gözetecek. Bu iş böyle. Dünyanın gerçeklerini değiştiremezsiniz!
Topkapı’daki hazineleri satsak borcumuz kalmazdı!
Böyle buram buram cehalet kokan yazılar çıkıyor arada bir.
Herşeyden önce, Topkapı ya da bir başka saray,
Osmanlı Hanedanı’nın tapulu malı değildi! Yani benzetme yapacaksak, bir tür lojmandı. İçlerindeki eşyalar da demirbaştı; Padişah’ın kullanımına ayrılmıştı. Padişah’ın hazineye el sürmeye, almaya, satmaya,
rehine koymaya, ticaretini yapmaya ne hakkı vardı, ne de yetkisi.
Osmanlı’da Cumhuriyet’te saraylardaki ne bir mücevhere ne de bir tek altına el sürebilir. Bunların tümü bu milletin malıdır çünkü.