Çirkin, yaşanmaz, tahammül ötesi bir
kent Ankara...
Şehir değil hayır, kent...
Şehirle kent arasındaki farkı bilmek için, Tanpınar’ı bilmek iktiza... Turgut Cansever’i bilmek iktiza.
Şehir inşa eder çünkü.
Ankara “
imha ediyor” ve canımızı sıkıyor.
Ankaralılar, Ankara’yı çok seviyor, nedense... “Başka bir yerde olamayız” diyorlar, “Hele İstanbul’da hiç yaşayamayız.”
Bununla övünüyorlar...
İstanbul’un şamatasına alışmış müptediler olarak biz, bunu anlamakta güçlük çekiyoruz. “
Hayırlı olsun kentiniz size” diyoruz Ankara’ya vardığımda akşamdı ve pis bir yağmur yağıyordu. Ayrıldığımda sabahtı, yine yağmur yağıyordu.
En iyi tarafı da bu herhalde...
Yağmur, “kendi kasvetini” getirse de, insanları katı “Ankara gerçekliği”nden uzaklaştırıyor.
Ankara, aynı zamanda, insana, “ne işim var ulan benim burada” dedirten bir kent.
Benim ne işim vardı peki?
Bir sürü temas, toplantı, ziyaret...
Bununla birlikte, bir sürü mekân tetkiki...
İki günlük mutsuz Ankara seyahatimde, ben de bu “döngü”ye dahil oldum.
Söylemesi ayıptır, bir sürü yere gittim.
Bir sürü insanla karşılaştım.
Bir sürü politik dedikodu dinledim.
İlave olarak, resepsiyona katıldım.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün elini sıktım ve “Gezilerimize katılmıyorsun” sitemini dinledim. Azıcık mahcup oldum.
Meslektaşlarla meslek geyiği yaptım.
Bürokratlara gülücükler saçtım.
Politikacılara, kendilerini önemli hissettirecek laflar söyledim.
Bir şey daha yaptım:
Gece yarısı amaçsızca turalarken, iki kez
Genelkurmay Karargâhı’nın önünden geçtim. Baktım, binanın ışıkları yanıyordu...
Eski meslektaşlarımız, bunu pek hayra yormazlardı... Gece yarısı Genelkurmay’ın ışıkları yanıyorsa, telaşla telefona sarılıp eşi dostu ve bürokrat tanıdıkları ararlardı, aldıkları duyumu ertesi gün köşelerinde yansıtırlardı. Ya
darbe geliyordur, ya
muhtıra...
Ben kimi arayacaktım?
İşte gece yarısını geçmişti ve karargâhın ışıkları yanıyordu.
Böyle zamanlarda, insanın Mehmet Ali
Birand, Mehmet Ali Kışlalı, Cüneyt Arcayürek olası geliyor.
Ben “kendim” olmayı seçtim.
Muhtemelen “ıslak
imza” mevzuunun tartışıldığı binanın önünde, ıslak asfalta bakarak bir sigara yaktım.
Eski zamanlarda olsaydık, koştura koştura büroya gider, “Genelkurmay’ın ışıkları yanıyordu” diye bir haber attırırdım.
Ben, meslek büyüklerimden özür dilerim, şeytana uyup Paper Moon’a gittim. Baktım,
Akif Beki,
Mustafa Karaalioğlu,
Ergun Babahan, Şamil
Tayyar, Bilal ve Semra Çetin çifti, terasa postu sermiş, “Islak imza ve
Dursun Çiçek geyiği” yapıyor.
Ben de zuhurata tabi oldum.
Hatta bir ara, bir punduna getirip, Genelkurmay’ın ışıklarının yandığını da söyledim ama kimse oralı olmadı.
Ben de oralı olsunlar diye söylememiştim zaten.
Şimdi bu yazıyı nereye bağlayacağımı merak ediyorsunuz, değil mi?
Bir yere bağlamayacağım.
Bu kadar. Yazı bitti.