Fatih Hoca için...


Ali Sami Yen’de, bizim mütevazı ve kutsal mabedimizde her seferinde koskocaman bir heyecan dalgasının üstünde yükselerek bugün de bağırmaya devam ediyoruz: “Dört sene üstüste şampiyon olduk, Avrupa’nın kralı olduk, Gerçekleri tarih yazar, Tarihi de Galatasaray.” Tarihle avunmak mı? Elbette değil. Futbolda dün yoktur, geçmişte yaşanmaz, bugün vardır derler ama hiç bir kulüp de kendi tarihini inkar edemez. Ayrıca bu ülkede Galatarasay’dan, bizden başka hangi futbol takımının taraftarı böyle bir şarkıyı söyleyebilir ki?.. Hiç biri. Evet aynen öyle. Çünkü, Türkiye’de Galatasaray’dan başka hiç bir takımın tarihinde böylesine şahane sayfalar, böylesine başarı öyküleri yoktur. Hiç biri dört yıl üstüste şampiyon olamadı çünkü... Avrupa’da UEFA Kupası’nı, ondan sonra da Süper Kupa’yı kaldıran olmadı çünkü... Öyle değil mi? Bir sezon içinde Avrupa’dakiler dahil ne kadar kupa varsa hepsini alarak inanılması güç bir rekoru kırabilen bir başka takım olmadı. Galatasaray oldu ama... Sarı kırmızılı takım bize 1996-2000 döneminde bütün bu heyecanları yaşatırken başında teknik direktör olarak kim vardı peki? Fatih Hoca! Unutabilir miyiz onu? Hayır, Fatih Terim unutulmazlar arasındaki, zirvedeki yerini çoktan aldı. Özellikle 2000 yılı Mayıs ayındaki UEFA finaline giden o maçlarda yaşadığım duygu fırtınaları hayatımın en güzel anıları arasındadır. Bütün bu maçların ham kasetleri, dvd’leri çalışma odamda, elimin altında durur. Bazen bazı şeyleri unutmak ya da adrenalin yüklemesi yapmak istediğim vakitler birini koyar dalarım, o heyecanları bir daha hissedebilmek için. Hakan Şükür’ün bize final yolunu açan Leeds’deki o unutulmaz golü... Efsanevi golcümüzün, rakip onsekizin içinde, sağa doğru çalım üstüne çalıma yılan gibi kıvrılarak kayarken, bizlere eyvah pozisyonu kaçırıyor dedirtirken, Leeds United’e sağ voleyle attığı o müthiş gol hala gözümün önünde... O maçta, biz 2-1 galipken ve rakip 10 kişi kalmışken, kırmızı kart gören Emre Belözoğlu’nun ensesinde Fatih Hoca’nın patlayan tokatı da unutulmaz anlarımızdan biridir. Arsenal’la Kopenhag’da 2000 yılı mayıs ayı başında oynadığımız final maçında yaşadığımız o korkunç heyecan, Popescu’nun attığı son penaltıyla gözlerimizden akan yaşlar ve Fatih Hoca’nın yeşil sahanın içinde dizlerinin üstüne çökerek kollarını gökyüzüne doğru kaldırırkenki hali... Bunları ömür boyu unutamam. Tabii bu güzellikleri, bu heyecanları bana yaşatanları da, yani Fatih Hoca’yla aslan topçularımızı unutamam. Galatasaray’ın bu Avrupa başarısı, Türk futbolunda bir eşiğin aşılmasıydı. Bu başarı, Türk futbolcusuna, Türk futboluna özgüven aşıladı. “Ben de yapabilirim, biz de yapabiliriz!” diye tarif edilebilecek bir özgüven duygusuydu bu... Dünya Üçüncülüğü’müz de böyle geldi. 2002 Dünya Kupası’nda Şenol Güneş’in teknik direktörlüğü altında bu büyük başarıyı gerçekleştiren milli takımın iskeletini de Fatih Hoca’nın Galatarasay’ı oluşturdu. Peki ya 2008 Avrupa? O son dakika zaferleri... İsviçre’yi, Çekleri, Hırvatları son dakika golleriyle devire devire ulaştığımız ve Almanya karşısında kıl payı kaçırdığımız final şansı ile elde ettiğimiz Avrupa Üçüncülüğü hiç aklımdan çıkabilir mi?.. Ben Galatasaray’lıyım. Ve futbolu seviyorum. Bunun için de Fatih Hoca’nın bende apayrı bir yeri var. Hem Galatasaray’a, hem Türk futboluna yaptığı katkılar, hem de keşfettiği ve yetiştirdiği futbolcular unutulamaz, unutulmamalı. Ben unutmam. Fatih Hoca’nın çok sevenleri var, hiç sevmeyenleri var. Sevapları var, günahları var. Üstünlükleri var, zaafları var. Doğruları var, yanlışları var. Futbol kariyerinde de var, insan olarak yaşamında da var. Bu kadar zirvede kalan bir futbol adamı elbette eleştirilecektir. Başarılarının yanında başarısızlıkları da olacaktır çünkü... Fatih Hoca adam gibi adamdır, sahici bir adam. Her şeyini çoşkuyla yaşayan Adana’lı bir Akdenizli’dir. Üstelik ‘dip’ten gelen bir Adana’lıdır. Dipten gelip İstanbul’da tutunmak, başarmak hiç ama hiç kolay değildir. Kimileri için hayatta bazı şeyler kocaman altından tepsi içinde sunulur. Kimileri ise hayatta başarmak, yükselmek için canını dişine takmak, tırnaklarıyla kazmak zorunda kalır. Fatih Hoca öyledir, zoru başarmıştır. Elbette inişli çıkışlıdır hayat. O da bundan nasibini almıştır. Köklerini de unutmamıştır. Ayrıca “Adana’lıyık!” tarzını da yaşantısında birçok bakımdan sürdürmüştür. Ailesine olan düşkünlüğünde, tepkilerinde, akşam sofralarında, elindeki tespihinde, göğüs düğmeleri açık gömleklerinde, koltukları kabara kabara yürüyüşünde ya da saha kenarındaki sevinç, hüzün ve hayal kırıklığı anlarında Müfit Erkasap’ın çaresiz katlandığı darbelerde hep uç vermiştir, o Adana’lıyık tarzı... Çok istemiştim, Güney Afrika’daki 2010 Dünya Kupası’na Fatih Hoca ve milli topçularımızla birlikte gitmeyi... Olmadı, anlaşılan Almanya’daki 2006 Dünya Kupası’ndaki gibi kendi başıma kalacağım, (Sevgili Arda’nın Bosna maçındaki o son dakika volesi direkten dönünce az daha yüreğime iniyordu) N’apalım futbol bu. Adaleti yoktur! Kaçan bir son dakika golü, yenen bir son dakika golü, gereksiz bir kırmızı kart, bir kilit oyuncunun uğradığı sakatlık, bir şanssızlık insanın içine nasıl acıtır bilirim. 2010 Güney Afrika’nın gitgide uzaklaştığı o son maçlarda, Fatih Hoca’nın yüzünde insanın içini acıtan o kadar çok hüzün okudum ki... Hoca’nın teselliye ihtiyacı olduğunu sanmıyorum. Çünkü, çok başarılı bir futbol adamı o. Ayrıca, daha futbola vereceği çok şey var. Kendine iyi bak Fatih Hoca.
<< Önceki Haber Fatih Hoca için... Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER