Cumhuriyeti yıllarca imtiyazlı konumlarına kalkan yaparak halktan koparan
sivil ve askeri bürokratik elit kesimin saltanatı yıkılıyor. 86. yılında cumhuriyet, halkla daha güçlü şekilde buluşurken,
gasp ettikleri yetkiyi halka devretmek istemeyenlerin direnişi de aynı ölçekte sürüyor.
Bir tarafta cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmaya çalışan
milli irade, diğer tarafta oligarşik unsurlar. Çırpındıkça batıyorlar.
İşte
Melih Aşık, bu sürecin en ibretlik numunelerinden biridir. Sürekli şapa oturdu, ama o yılmadı.
Anlatalım...
17
Mayıs 2006 günü işlenen
Danıştay cinayetinden sonra 24 Mayıs akşamı ekrana çıkan Doç. Dr.
Emin Gürses, fail
Alparslan Arslan’ın arkasında bir şeyhin olduğunu söyledi. Melih Aşık, bu iddiayı, 26 Mayıs günü
Milliyet’teki köşesine “Keramet Şeyhte mi?” başlığıyla taşıdı.
Oysa, 2
1 Mayıs günü savcılıkta ifade veren Arslan, böyle birinden söz etmemişti. Ne var ki, süreç, Aşık-Gürses ikilisinin işaret ettiği yönde gelişti. 40 gün sonra ifadesini değiştiren Arslan, 26 Haziran günü savcılıkta, 83 yaşındaki
Salih Kunter’i Gürses’in işaret ettiği “şeyh” olarak gösterdi.
Sonra ne oldu?
Arslan, ilk duruşmada yalan söylediğini açıkladı. Kunter, davanın ilk görüldüğü
Ankara 11. Ağır
Ceza Mahkemesi’nde
beraat etti. İddianın sahibi Gürses,
Ergenekon sanığı olarak tutuklandı.
Şapa oturdu
Aşık, “Dezenformasyon” başlığını taşıyan 23 Mayıs 2006 tarihli yazısında, Danıştay cinayeti soruşturmasında “
şüpheli” sıfatıyla yakalanan
Muzaffer Tekin’e sahip çıktı, “azmettirici koltuğuna bir
takım çetelerin ya da ordu ile bağlantılı kişilerin yerleştirilmeye çalışıldığını görüyoruz” diyerek başbakanın sorumluluğunun g
özden kaçırıldığını yazdı.
Güzide yazarımız tezinde ısrarlıydı. 28 Mayıs 2006 günü “Fikir jimnastiği” başlığını koyduğu köşesinde şöyle yazdı: “Aslında ulusalcı çete balonu büyük başarıyla şişirilmişti.
Muzaffer Tekin adlı
emekli bir yüzbaşı bulundu... ‘Vay bee bu işin altında
Susurluk, yani
derin devlet varmış’ izlenimi uyandırıldı... Şeytani
senaryo cascavlak oldu.”
Tekin, serbest bırakılınca Aşık, mutluluktan havalara uçtu. 30 Mayıs’ta bir yazı daha
kaleme aldı, başlığını ise “Şapa oturdular” diye seçti: “Danıştay
baskınını ulusalcı çeteye
bağlama manevrası 4 gün sonra fiyasko ile bitti.”
Sonra ne oldu?
Danıştay soruşturmasında serbest bırakılan Muzaffer Tekin, Ergenekon sanığı olarak iddianamedeki yerini aldı. Danıştay davası ise Ergenekon’un eylemi olarak Silivri’ye taşındı. Köşesinde başkalarını şapa oturtan yazar, şapa oturan yazar olarak tarihe geçti.
Kalem gitti
kiralık kaldı
Melih Aşık, Oramiral Özden Örnek’e ait
darbe günlükleri ortalığa dökülünce, yine durumdan vazife çıkarıp kalem kuşandı.
Nokta Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Alper Görmüş’ün bu günlükler nedeniyle yargılandığı süreçte, 22
Eylül 2007 günü “Darbe davası” başlıklı yazısında pozisyon aldı.
Şöyle dedi: “ABD, AB ve AKP’nin TSK aleyhindeki kampanyasını destekleyen kiralık kalemler bu haberi bahane ederek hem orduya hem iki generale
hakaret yağdırdılar. Eğer yargılama sonucunda kanıt ortaya çıkarılamazsa ne olacak? Atılan iftiralar
atanların yanına kar mı kalacak? Şimdilik öyle görünüyor... Bu oyun böyle oynanıyor.”
Sağolsun, günlükleri ilk kez yazan beni de Alper Görmüş’ü de “kiralık kalem” olarak nitelendirdi.
Sonra ne oldu?
O günlüklerin görünürdeki gerçekliği tespit edildi. Alper Görmüş, beraat etti. Aşık’ın elindeki kalem gitti, “kiralık” levhası boynunda asılı kaldı.
Yalanı 1 gün sürmedi
Bu yıl
Ağustos başında yaşanan
HSYK’daki Ergenekon tartışmaları sırasında Melih Aşık, yeniden boy gösterdi.
HSYK Üyesi Ali
Suat Ertosun’un Ergenekon sanığı Engin Aydın’la yaptığı görüşmenin tartışıldığı süreçte, 4 Ağustos 2009 günü şöyle döktürdü: “Yandaş basın günlerce bunu yazıp çizerek Ertosun’u en ağır şekilde eleştirdi. Dahası, işi HSYK üyeliğinden istifasını istemeye kadar vardırdı. İyi de Engin Aydın gerçekten Ergenekon sanığı mıydı?”
Yazısında ayrıca, Aydın’ın şu sözlerine yer verdi: “Ben ne birinci ne
ikinci Ergenekon davasında ne sanığım ne tanığım. Sadece
gözaltına alındım, gözaltı süresi dahil toplam 15 gün
tutuklu kaldım... Hiç Ergenekon sanığı olmadım.”
Sonra ne oldu?
Yazıdan kısa süre önce, 20 Temmuz 2009 günü
mahkemeye sunulan 3. iddianamede Engin Aydın “
sanık” olarak yer alıyordu ama yazarımız, ne hikmetse bu gerçeği görme niyetinde değildi. Engin Bey de aynı telden çalıyordu.
Kaldı ki, yazıdan bir gün sonra 5 Ağustos günü iddianameyi kabul eden mahkeme, Engin Aydın’ın sanıklığını resmen
tescil etti. Yalanın ömrü, özdeyişlerimizde olduğu gibi gerçekten yatsıya kadar sürdü, 24 saati bile beklemedi.
Son
keşif ıslak
makinesi
Melih Aşık’ın son keşfi,
darbe planı hazırlamakla suçlanan
Albay Dursun Çiçek’i koruma ve kollama görevi oldu.
Yazarların özür sırasına girdiği süreçte Aşık, Çiçek’e ait olduğu
Adli Tıp raporuyla kesinleşen ıslak
imzasına “makine”
icat etti.
Dedi ki; Amerika’da
ıslak imzayı
taklit eden makine satılıyor. İnternetten bile bin dolara
sipariş verebilirsiniz.
Milliyet, yayın yönetimi olarak bu iddianın kuyruğuna takıldı.
CHP Adana Milletvekili Tacidar
Seyhan da “Doğrulatamadım ama o makineden Türkiye’ye 2 adet satıldığını duydum” diyerek kervana katıldı.
Sonra ne oldu?
Hürriyet Yazarı Şükrü Küçükşahin, dünkü yazısında
cevap verdi: “Evet o makineler var doğru ama karbon
testi diye bir şey de var, imzanın atıldığı günü belirliyor.
Adli Tıp’ın bu testi yapmadığı düşünülebilir mi?”
Ayrıca, ıslak imza olarak tabir edilen ve kalemle atılan orijinal imzadaki vurgu, baskı,
harf karakterleri, kesintiler gibi unsurlar, Adli Tıp ve yargıda kişinin DNA’sı kadar kesin kanıt olarak kabul ediliyor.
İmzanın şeklen taklit edilmesi çeşitli yöntemlerle mümkün olsa da kriminal olarak kişinin elinin taklit edilemez hareketleri nedeniyle, “ıslak imza” hukukta kesin
delil sayılıyor. Onun içindir, kriminal incelemelerde “elinin ürünü” ifadesi kullanılıyor.
Yani, bizim yazar için “şapta oturma” hali, tekerrür etti. Sakın terbiyemi test etmeyin, şapı, Melih Aşık’ın 30 Mayıs 2006 tarihli “Şapa oturdular” yazısından ödünç aldım.