Annem geliyor. Kardeşim
telefonla aradı. “Annemin uçağı 19.00’da inecek” dedi ve sonra da dalgasını geçti “Dikkat et,
Türkiye saatine göre, kadın havaalanında kalmasın!”
Geçenlerde Mehmet Baransu’yu Hürriyet’ten arayıp bir numara sormuşlar, “Bir saat sonra size gönderirim” demiş. Muhabir de dalgasını geçmiş “GMT’ye göre mi, Türkiye saatine göre mi?” diye.
Bir süredir
Taraf çalışanları olarak günlerimiz böyle geçiyor. Kabul ettik, neyse cezamız çekeceğiz.
Ben mesela, esnafın yüzüne bakamaz oldum. Her öğlen gittiğim Çiya’da garsonun siparişimi GMT saatiyle getirmesinden endişe ediyorum. İçinde saatler geçirdiğim
Kadıköy sahaflarına, elime eski bir Greenwich kitabı tutuştururlar diye uğrayamıyorum. Bir
arkadaş meclisinde konu açılmasın diye inzivaya çekildim. Köşeyi dönünce karşıma
Mirgün Cabas ya da
Ruşen Çakır çıkar diye endişeleniyorum. “Sen mi yaptın” diye sorsalar, “Evet, ben yaptım, kimsenin suçu yok” diyecek kadar suçluluk psikolojisi içindeyim. Ruşen Çakır tepeme çıkıp, “
Özür dile, özür dile, daha sert, daha sert” diye bağırsa kabulümdür. NTV logosunu görünce yüzüm CNNTürk logosunun rengine dönüşüyor. Dün nefsimi, tahammülfersâ Hikmet Bila’nın bizimle dalga geçtiği yazısını birkaç kez okuyarak
terbiye ettim. Bu uğurda Deniz Som’un şeceremizi ortaya döktüğü yazılara, hatta bir adet daha
Can Dündar yazısına bile hazırım başım gözüm üstüne...
“Biz GMT’yi görüp de anlamadık değil aslında. Elimizdeki resmî
belgelerde yoktu GMT diye bir şey. Her şeyi Avrupai olan NTV’nin Türkiye saatiyle görüşmeyeceğini de (onlar da bunu iki gün sonra açıkladılar) düşünemedik...” gibi bana kendimi iyi hissettirmek için sağ olsun zihnimin ürettiği tüm haklı gerekçeler de içimi soğutmuyor.
Bizim hatamız, Ceylan raporuna inanmadığımız devletin
kaza ile ilgili resmî belgelerine inanmaktı. Hatamız, günler önceden sel olacağını bilmesine rağmen İstanbul’un ortasında onlarca kişinin ölmesini bile engelleyemeyen devletin, bir telefon dökümü işini tam olarak yapabileceğini düşünmemizdi.
Ama benim kendimi affedemediğim daha büyük bir hata yapmıştık: Her an ‘taş düşebilecek ayı çıkabilecek’ bu ülkenin bizim zihnimizi de kirletmesine izin vermiştik.
Bir teğmenin emrindeki askerin eline pimi çekilmiş
bomba verip ölümlerine neden olduğu, sonra da ailelerine kaza oldu diye açıklama yapılan bir ülkede,
Genelkurmay Başkanlığı karargâhında hükümete karşı
eylem planları hazırlanıp Genelkurmay Başkanı’nın bunu örtbas etmeye çalıştığı bir ülkede, aylar öncesinden başlayan istihbaratlara rağmen
karakol baskınlarının önlenemediği bir ülkede,
denizlerinden bomba çıkan bir ülkede şaşırma hissimizi kaybetmiştik. “Olur mu canım, saçmalama, yok daha neler”i bir süreliğine unutmuştuk.
Biz zor bir
gazetede çalışıyoruz. Paramız pek yok. Çalışanlarımızın sayısı az. Elektrikler de kesikti demeyeceğim, korkmayın.
Aslında her şey çok kötü değil. Süper bir manzaramız var. Yerimiz biraz
küçük. Şöyle anlatayım. Geçenlerde Habertürk’e gittim. Bizim gazete oradaki konuk dinlenme odalarından biri kadar. Bütün hayatımız işte burada geçiyor. Biz haftada bir gün izin yapıyoruz.
Ahmet Altan,
Yasemin Çongar gece gündüz buradalar. Bu gazeteyi ayakta tutan şey büyük bir inattan başka bir şey değil. En çok da onların inadı ve enerjisi...
Burası Türkiye tarihinin belki kendisi en çok haber olmuş gazetesi. Okuyucularının kapısında, basılmasın diye günlerce
nöbet beklediği, kızını parçalanmış gören bir babanın savcı gelmeyince Diyarbakır’ın bir köyünden ilk aradığı gazete...
Bugünkü gazetelerde birinci haber bizim ortaya çıkardığımız
İrticayla Mücadele Eylem
Planı ise, ikinci, üçüncü haber de yine ilk bizim haberleştirdiğimiz Ceylan’ın ölümü üzerine Jandarma’ya açılan
soruşturma...
Ama ben yine de kirlenmiş zihnimi temizlemek için kendime ceza verdim. Önce Mirgün Cabas ve Ruşen Çakır’ın yazılarını tekrar tekrar okuyacağım. Sonra Yazı İşleri programını izleyeceğim. İsmet Berkan’ın GMT nedir ayarından sonra
Ekşi Sözlük’te bizimle acayip zekice dalga geçmiş entrylere bırakacağım. 40 gün daha sürecek, siz
detoks deyin ben erbain çıkarmak... İçimdeki kirli kanı ancak böyle temizleyebileceğim...
Bugün Türkiye’nin demokratikleşmesiyle ilgilenmiyorum. Bugün beni en çok kâğıt parçası denen belge gerçek çıkınca yazdığı yazılar yüzünden özür dileyen
Necati Doğru’nun erdemli yazısı ilgilendiriyor.
Genelkurmay Karargâhı’nda hükümete karşı plan yapılmasına, sonra da üç su yapıp ortalığın temizlenmesine ve kamuoyuna yalan söylenmesine değil, orijinal belgenin ortaya çıkış zamanlamasına takılanlara da aynı şeyi
tavsiye ediyorum. Türkiye’nin zihninizi kirletmesine izin vermeyin. Zihinlerimizi temizlemeden Türkiye’yi temizleyemeyiz çünkü...