İster sağcı deyin; ister muha-fazakâr, ister
dindar, ister milliyetçi muhafazakâr...
Türkiye'nin en geniş tabanlı kitlesini bir tanıma hapsetmek zor.
O geniş kitleyi tastamam anlatabilecek bir terim henüz ortaya konulamadı. Normaldir de. Zira bu kitlenin kendi içinde birbirine uymayan özellikleri var. Mesela kendini "sağcı/sağ
seçmen" gören kitlenin önemli bir bölümü kendini muhafazakâr ya da "milliyetçi-muhafazakâr" görmeyebiliyor. Her neyse. Asıl konu bu değil. Asıl konu, Türkiye'nin önemli bir yekûnu sayılan kitlenin belli alanlarda son çeyrek yüzyılda aldığı mesafeye karşın bir alanda yaşadığı derin boşluğu resmetmek. Bu resim önemli; çünkü eksik karedeki ürkütücü boşluk diğer alanları da -zaman içinde- hırpalayabilir...
Fotoğraf şu: Seçim yapıldığında sandığa gidip "sağcı", "muhafazakâr", "milliyetçi muhafazakâr", "demokrat-muhafazakâr" partilere oy veren kitleler Turgut
Özal döneminden beri büyük mesafeler kat etti. Mesela 1983'te
iktidara gelen
ANAP rüzgârıyla daha liberal, daha serbest, daha özgürlükçü bir ortama kavuşan atmosfer,
Anadolu Kaplanları diye sırtı sıvazlanan bir kitlenin oluşmasına yol açtı. İktidarın "
teşvik"iyle
küçük işletmeler açan bu insanların şirketleri daha emekleme safhasındaydı. Büyük çoğunluğu "muhafazakâr" olan bu kişilerin mütevazı işletmeleri zaman içinde kendini geliştirdi, büyüdü; hatta ihracat yapacak seviyeye geldi. İkinci kuşak şirket sahipleri genellikle babalarından farklı olarak yurtdışında tahsil görmüş,
yabancı dil bilen kişilerden oluşuyordu. Bu şirketlerden "
personel servisi" gitti, "insan kaynakları" geldi. "Bilgi-işlem" gitti, "bilgi teknolojileri" geldi. Bu durumda "profesyonel
yönetici" kavramına Anadolu işletmeleri özel bir mana yükledi. Verimlilik, ölçülebilirlik, denetlenebilirlik gibi
modern işletmelerin tecrübeleri KOBİ'lere taşındı. Ticarette '
İstanbul Dükalığı'na kafa tutmaya başlayan şehirlerimiz oldu. Mesela
Gaziantep 3,2 milyar dolar ihracat yapıyor.
Kayseri 1,1 milyar dolar, Denizli 2,2 milyar dolar. (
TÜİK/2008)
'Anadolu Kaplanları' sanata yatırım yapıyor mu?
Küçük işletmeler profesyonel şirketler haline dönüştükçe muhafazakârlık da moderniteyle yüz yüze geldi. Demokrasi,
insan hakları,
sivil toplum şuuru, bireyselleşme, hak
arama gibi kavramların hayata geçtiği bu değişim sürecinde muhafazakâr Anadolu sermayesi ve onların etrafında oluşan yeni
kent kültürü büyük merhaleler kat etti. Belli süreçlerde bocalama dönemleri yaşansa da, acı tecrübeler, kötü deneyimlerden sonra güzel örnekler arayan ve sürekli med-cezir yaşayan Anadolu insanı kendi kendine bir sentez yakalıyor; ileride daha da net ifade edilebilecek terkiplerin yakalanacağı aşikâr...
Bütün bu gelişmelere, o gelişmelerdeki tabii dinamizme rağmen kültür-sanat alanında derin bir boşluğun yaşandığını görmek gerekiyor. Maalesef "muhafazakâr kesim" değişik alanlarda gösterdiği başarıyı henüz kültür-sanat sahasında ortaya koyamamıştır. Yakın zamanda büyük bir gelişmeye dair emarelere de rastlamak çok güçtür.
Ticarette elde edilen başarının sırrı bellidir: Ticaretin evrensel kuralları gölgesinde Türkiye gerçeği aranmış ve tuğla üstüne tuğla konulan tecrübeyle dünya ile
rekabet yolu araştırılmıştır. Üstelik bu köklü değişim yaşanırken çoğu kez "başkalaşma" gibi gayri tabii bir sürece de belli bir oranda da olsa direnilmiştir. Bir yandan para kazanma, diğer yandan
vakıf çalışmalarıyla hayırhahlık yapmaktan geri kalmama gayretleri gösterilmiştir. "Daha modern işletme" maksadıyla insan kaynaklarına,
ürün kalitesine,
satış pazarlama tekniklerine vs. büyük değer atfeden "Anadolu Kaplanları", aynı zamanda "kendisi olarak kalma", "kültürel köklerinden kopmama" idealini de yaşatmışlardır. "Altyapı çalışması" için, "
Ar-Ge projeleri" için ortaya konulan performans, kimlik mücadelelerinin birlikte götürülmesi, sosyolojik anlamda da üzerinde durulmaya değer bir konudur.
Benzer bir mesafe niçin kültür-sanat alanında alınamadı?
Bu sorunun yüksek sesle sorulması gerekiyor ki, bundan sonraki yönelişlerin rotası doğru
tayin edilebilsin.
"Sağ"ın başarı hikâyesi sadece ticaretle sınırlı olsa kültür-sanattaki yetersizliğini ya da geç kalmışlığın mazeretini bu kesimin ticarî atılımcılığına
havale eder, işin içinden sıyrılabiliriz. Öyle değil. Muhafazakârlar sadece ticarette değil,
siyasette de, eğitimde de vs. çok uzun yollar kat etti.
Mesela siyasette bir zamanlar çok
ucuz söylemlere başvurulur, çok sathi düzeyde "Batı" eleştirilir, "Her şeyin âlâsı, hası, özü bizdedir." denerek insanların millî-manevî duyguları okşanırdı. Sağda siyasetçi bu ucuz söylemin bir-iki küçük itirazla hak ile yeksan olabileceğini bilse bile durumu seçmene çaktırmaz, Batı'yı düşman ilan ettikten sonra bütün geri kalmışlığı ona havale ederek tek kurtuluş yolunu kendilerinin iktidar olmasına bağlardı. Seçmen de bundan büyük haz duyardı doğrusu. Bazen rejime yönelik lanetleyici soslar kullanılır, her türlü kötülüğün faturası rahatlıkla "bazı görevliler"e kesilirdi. Tamamen haksız sayılamayacakları için; bir türlü aynaya bakma fırsatı doğmaz; yani özeleştiri kapıları hiç aralanmazdı.
Kültür-sanata talep var mı?
Şimdi öyle mi? Siyaset, retorik abartıyla gemisini yürütemez hale geldi artık. Vatandaş "iş-aş" deyince alternatif ve somut öneriler duymak istiyor. Dünyayla entegre olmayan siyasî formüller
uçuk-kaçık; hatta bazen saçmasapan bulunuyor. Bu nedenle siyasetçiler artık daha gerçekçi, daha mantıklı icraatlarla vatandaşın kapısını çalıyor.
Soru şu: Ticarette ve siyasette geride bırakılan bu aşamalar neden kültür-sanata yansımıyor?
Tiyatroya, sinemaya, müziğe, resme...
Her şeyden önce görsel sanatlarla ilgili altyapı eksikliği göze çarpıyor. Bu eksikliği giderecek ciddi bir akademik gayrete rastlamadığı gibi; şu ana kadar ekol olmayı başaracak bir
atölye de ortaya çıkmadı. İyi niyetli teşebbüslerin bir gün
meyve vermemesi ancak kasvet dolu bir karamsarlığın yansımasıdır. Lakin hem teorik arka plan bilgisi hem de usta-çırak ilişkisini çağrıştıran atölye pratiği gerektiren bu konuda daha derin bir arzunun uyanması, temel bir ihtiyaç haline gelmesi, iyi niyetli gayretlerin profesyonelleri desteklemesi gerekiyor ki; emekleme dönemi daha fazla sürmesin.
Kültür-sanat alanındaki gayretlerin başarı yakalayabilmesi için gerekli talebin oluşmadığını da (maalesef) görmek zorundayız. Yani, "muhafazakâr kesim", "bizim işletmelerimiz çok iyi olmalı" dediği kadar, "bizde eğitim en üst düzeye çıkmaya mecbur" dediği kadar "bizde sinema, tiyatro, hikaye,
roman, resim,
müzik... evrensel kalite boyutlarına taşınmalı" demeli ki kültür-sanat alanındaki derin boşluk doldurulsun.
Sol, etten
duvar ördü
Doldurulamazsa ne olur? Yeni bir dünyanın (belki de medeniyetin) sancıları yarım kalmış olur. Üstelik şu gerçek de değişmez: Kültür-sanat alanında "sol"un ördüğü etten duvar bir zaman sonra fanatik bir baskıya dönüşebilir. Kültür-sanattaki arz-talep dengesinin oluşmamasının bir sebebi de zaten bu geçitsiz ve ideolojik kuşatmadır. Bir "sağcı", tiyatro yazsa ne olacak? Bunun şehir tiyatrolarında (üstelik bunlar "sağcı belediyelere" bağlı olmasına rağmen) oynanma şansı var mı?
Sıfır! Yok.
Ya da
Devlet Tiyatroları ilkel "solculuk" ve ideolojik şartlanmışlıktan sıyrılıp da "Gelin bu oyunu sahneye koyalım." mı diyecek? Bu malum akıbet de sağdaki üretkenliği dumura uğratıyor. Ancak faturayı tamamen oraya kesmek hata olur.
Çünkü toplumun arzusu ve teşviki, sanat ürününün kalitesi ve çizgisi yeterince güçlü olduğunda, bunun önüne geçecek hiçbir bariyer uzun süre bu kuvvetli tazyike direnemez. Dirense bile o güçlü akım kendine yeni bir mecra bulur ki o mecranın çağıltısı "İstanbul Dükalığı"nı sarsacak kadar derindir.
Muhafazakâr kesimin tarihî perspektiften hareketle "şiir, sanat, edebiyat, musiki vs." medeniyetin son halkasıdır tarzındaki teselli arayışı bu çağ için yeterince açıklayıcı ve ikna edici olmayabilir. Zira geçmiş dönemlerde ibda ile inşa arasında yüzlerce yılın geçmesi gerekebiliyordu. Oysa bugün "tekarüb-i zaman" yaşanmaktadır. Bu pencereden bakıldığında geç bile kalınmıştır. Bugün başlayacak bir gayretin bereketli meyve vermesi bile zamana bağlıdır. Her şey bitmiş sayılmaz. Yeter ki derin boşluğu önce hissedelim. Gerisi kolay...