CHP Genel Başkanı Deniz
Baykal'ın
açılımla ilgili iktidardan tatmin edici açıklamalar istemesi gayet normal. Meselenin enini boyunu bilecek ki doğru bir muhalefet söylemi geliştirebilsin. Ancak şu ana kadar izlediği
iletişim stratejisi yanlış.
Bu yol öteden beri Deniz Bey için söylenen 'hırçın' benzetmesini çağrıştırıyor. Oysa üzerinde konuşulan mevzu,
ucuz ağız dalaşmalarının taşıyamayacağı kadar büyük.
Önce Baş
bakan'a randevu vermeme temayülü gösterildi. Bu, uzun zamandır CHP'nin izlediği bir yol. Benzer şeyleri Cumhurbaşkanı ile yapılan görüşmelerde de sergiliyorlar. Yakışıksız bir tutum. İletişim yolları kapalı görününce
Başbakan Erdoğan, yeni bir hamle yaparak anamuhalefet liderine
mektup yazdığını söyledi. Mektup diplomasisi, 'Ne oluyor? Başbakan ile anamuhalefet lideri yüz yüze görüşemeyecek mi?' kuşkusuna neden oldu. Hoş bir
manzara değil. Buna sebep olmak puan getirmez. Neyse...
Başbakan'ın mektubu için 'Postacı bugün de kapıyı çalmadı.' diyen Baykal, mektup diplomasisini
teşvik etti. Haberciler de mektup meselesine odaklanmış oldu. Nihayet mektup CHP'ye ulaştırıldı. Başbakan'ın mektubu gayet makul bir dille yazılmıştı v
e devlet adamı sıfatıyla kaleme alınan mektupta siyasî sorumluluk göze çarpıyordu. Onca olumsuz gelişmenin ardından iyi bir iletişim hamlesi yapılmıştı...
CHP'nin Başbakan'ın mektubuna yazdığı
cevap gecikmedi. Birkaç meselesine
itiraz edilebilse bile bu mektup da sağduyuyla yazılmış bir metin görüntüsü verdi. Bunu da CHP'nin doğru iletişim hamlesi olarak kaydetmek gerekir. Çünkü bir başbakan,
ülkenin önemli bir meselesi için anamuhalefeti ziyaret etmek istediğini söylüyorsa anamuhalefetin de 'buyrun gelin' demesi gerekir. Nitekim öyle oldu. Başbakan da bu hoşgörülü tavra teşekkür etti.
HATALARA TAKILIP KALMADAN DEVAM ETMEK GEREKİYOR
Tam karşılıklı saygı ortamı oluşmuşken CHP lideri, yeni bir hamle yaparak görüşmede
kameraların da olması gerektiğini söyledi. Bu
teklif meseleyi mecrasından çıkardı. Görüşmeyi başka bir tarza dönüştürdü. İletişim açısından bakıldığında nezaketten yoksun olduğu ortada. Misafire hırsız muamelesi yapmak gibi bir şey bu teklif. Zira
siyasette liderler ilk defa görüşmüyor, son defa da görüşmeyecek. 'Ben sizi ziyaret etmek istiyorum' diyen bir Başbakan'a 'Kameralar olmazsa konuşmam' demek, zımnen bir
suçlama yapmak demektir ki; çalkantılı siyaset tarihimizde bu kadar kaba-saba bir iletişim hiç kurulmamıştır.
CHP'nin kameralar çıkışı fanatik CHP'lileri memnun etse de kitle iletişim stratejisi olarak yanlış. 'Demokratik açılım' konusunda bilgi vermek için kapınızı çalan bir devlet yetkilisine bu muameleyi yapmak, pusu kurmak gibi bir şeydir. Zira davetinize icabet edecek kişi ya da kişiler 'Bunlar kamera karşısında rezalet çıkaracak galiba' diye endişeye kapılır. Haklıdır da. 'Kamerasız çıkmam abi' demek "ben olay çıkaracağım" demek gibidir siyasette. Halk, pusu kuranı sevmez; pusu kuruyor havasını estiren siyasetçiyi ise hiç mi hiç sevmez.
Üstelik unutulan bir konu var. Açılım meselesi,
Kürtlerle başlayan, Alevîlerle devam eden,
azınlık haklarıyla bir noktaya taşınan geniş bir alanda temel hak ve özgürlüklerin altını çiziyor. Bu konuya Türkiye'de en duyarlı kesim, bir zamanlar solcu kabul edilen kitlelerdi. Bu nedenle de solun yıllar önce başlattığı hak taleplerini sol tabanın rafa kaldırdığını düşünmek imkânsız. Başbakan ile yapılacak görüşmeyi Baykal'ın, devlet tecrübesi dışına çıkararak ucuz siyasî dalaşmalara dönüştürmesi, Alevîleri de Kürtleri de; o kitlelere sıcak bakan sosyal demokratları da memnun ve mutlu etmez.
İlk bakışta CHP, kendisine uzatılan eli geri çevirmiyor gibi görünüyor. Bu doğru bir iletişim stratejisi. Ancak aynı CHP, tarihî bir sorumluluk isteyen görüşmeye medyatik bir şovmuş gibi bakarak büyük bir iletişim kazasına neden oluyor. Zaten adları çıkmış 'hırçın'a, 'geçimsiz'e, 'kavgacı'ya... Değmez ki!
Kamuoyunu uzun zamandan beri meşgul eden açılım sürecinde başka iletişim kazaları yaşanmadı mı? Hata yapılmadı mı? Hâlâ da yapılmıyor mu? Maalesef yapıldı ve hâlâ da yapılıyor ancak bu hatalara takılıp kalmak, bu ülkenin geleceğini ateşe atmak demektir. Mesela bu sürece ta başta 'Kürt
açılımı' demek yanlıştı. Nitekim bunu bizzat Başbakan Erdoğan düzeltti ve adına 'demokratik açılım' dedi. Doğru olan da buydu. Bu süreçteki
hedef 'Her bir ferdin birinci
sınıf vatandaş olarak yaşamasını sağlamak' olmalı ki, çoğulcu ve katılımcı demokrasinin önü açılabilsin. Bu açıdan bakıldığında hükümet çok doğru şeyler de yaptı. Mesela
Devlet Bakanı Faruk Çelik başkanlığında yapılan Alevî çalıştayı büyük bir boşluğu dolduruyor ve Alevîlerle devletin kucaklaşmasını sağlıyor. Gayrimüslim azınlıkların haklarına hükümetin sahip çıkması da doğru; zira bu ülkenin vatandaşı olan herkesin mağduriyetten bir an önce çıkarılması gerekiyor. Şanlı mazimizin omuzumuza bıraktığı sorumluluk da bunu gerektiriyor. Katsayı zulmünün sona ermesi de 'demokratik açılım'ın bir parçası ise daha derin ve güzel bir mana taşıyor demektir...
Açılım meselesinin Kevin Costner'a kilitlenmesi de bir iletişim kazasıydı. Gerek yoktu böyle bir polemiğe. İçişleri Bakanı Beşir Atalay'ın aydınlarla bir araya gelmek için polis evini seçmesi de iletişim hatasıydı. Kasıtlı bir şey yoktu kuşkusuz; ancak bu işe baştan beri karşı olanlara fırsat verilmiş oldu. Daha başka bir mekânda yapılabilir ve davet listesi daha geniş tutulabilir, konu daha kapsayıcı ve kuşatıcı bir şekilde
halka mal edilebilirdi.
Şimdi hataları sıralayıp ümitsizliğe kapılma zamanı değil. Belli ki bu ülke 30 senedir şiddetli bir travma yaşıyor. Belli ki bu derdin devası insanları dövmekten, onları gücendirmekten geçmiyor. Bir yandan
terörle mücadele edilecek; diğer yandan da terör örgütlerinin suiistimal ettiği bazı yanlışlar ortadan kaldırılacak. Ve en önemlisi, bütün bunlar yapılırken iletişim kazasına neden olunmayacak. İletişim kazalarıyla hedefe ulaşmak asla mümkün değil çünkü....
[email protected]
Neye yaradı şimdi?
Genelkurmay Başkanı'mız eline LAW silahını alıp da medyaya görüntü verdiğinde pek çok kimse tarafından 'bu, bir iletişim kazasıdır' denilmişti. Ama TSK'nın halkla ilişkilerine bakan kişiler buna aldırış etmedi. Aslında bu konuda ortaya konulan yanlışlar dile getirildiğinde iyi niyetli çağrılara bile 'TSK'yı yıpratma' olarak bakıldı. Oysa iletişim kazalarının ardı arkası kesilmiyordu. Mesela yapılan açıklamalar ve ortaya konulan tavırlar '
Ergenekon zanlılarına
destek' gibi bir algıya neden oluyordu. Balıkesir'de yapılan sert konuşma, basın toplantısında üst düzey komutanların
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un arkasında dekor gibi durması vs. çok eleştirildi. Bunlar arasında art niyetli eleştiriler varsa bile genelde herkesin millî bir titizlikle 'Aman dikkat' dediği aşikardı. Zira
Türk Silahlı Kuvvetleri, kimsenin özel şirketi değil; 'bu milletin bağrından çıkan' bir kurumdu...
TSK'nın söylenen her söze kulağını tıkayan iletişimcileri geçen hafta AB İlerleme Raporu'nda ordumuza yöneltilen eleştiriler karşısında mahcup oldu mu acaba? Başbuğ'un LAW silahıyla görüntü vermesi, Ergenekon davasına müdahil görünmesi, bazı basın kuruluşlarına ayrımcılık yaparak gereksiz
akreditasyon uygulaması gibi konular bu kadar ciddi bir rapora konu edildi. Üzülmemek elde değil! Sonuçta bu, sadece bir önemli kurumun eleştirilmesi anlamına gelmiyor; Türkiye'nin itibarını sarsıyor. Bu noktaya gelinmesinde iletişim kazalarının rolü büyük. Bir an önce doğru iletişim stratejileri geliştirilmeli ki, zincirleme kazalar yaşanmasın...