Henüz hiçbirimiz tarihimizin bütününü görebilmiş değiliz. Katı
sansürler konulduğu, arşivler vaktiyle yakıldığı veya ayıklandığı için korkarım ki, hiçbir zaman da o bütünü görme şansımız olamayacaktır.
Başka bir çok olay gibi bundan 92 yıl önce, 6
Eylül 1917 günü meydana gelen
Haydarpaşa Garı
patlaması, bu yüzden kalın bir sır perdesinin arkasına gömülmüştür. Olay, iki satırlık bir resmi tebliğle geçiştirilmiş, millet, patlamanın, bir işçinin elindeki
cephane sandıklarından birini yere hızlıca atması yüzünden meydana geldiği masalıyla uyutulmuştu.
Ancak gerçeklerin günün birinde ortaya çıkmak gibi garip bir huyu vardır. İttihatçılar istedikleri kadar bu yalanı cilalamaya çalışsınlar, hatıralarını 1919'da kaleme alan Liman Von Sanders, sabotajın daha kuvvetli bir ihtimal olduğunu yazmıştır bile.
Almanlar bizi bunun bir
İngiliz operasyonu olduğuna inandırmaya çalışmışlar, kuş uçurtmadığı söylenen Alman istihbaratının nasıl olup da İngilizlerin sabotajını haber alamadığını açıklamamışlardı.
Aslında
İstanbul 1917-1918 yıllarında bir "Alman işgali" altındaydı. Her tarafta Alman subayların sözü geçiyor, Alman Genelkurmayı adeta İstanbul'a hükmediyordu. Tam da sakınılan göze çöp batar misali, Almanların ana karargâhı olan Haydarpaşa Garı'nda o korkunç patlama gerçekleşecek, ölenler, yaralananlar olacak, peş peşe infilaklar İstanbulluların yüreklerini ağızlarına getirecek, tahrip olan Gar binası, aylarca o harap yüzüyle
vapur yolcularının yüreklerini dağlayacaktı.
İyi de kimin işiydi bu patlama? Hedefi saptırmak isteyenler bir İngiliz uçağının
bomba atığını söylüyordu ama uçağı gören eden yoktu.
Filistin'de cephane bekleyen Mehmetçiğin umutları biraz daha kararırken, basına sansür uygulanması kimin işine yarayacaktı?
Nihayet bir gün olay aydınlandı. Patlama, İngilizler tarafından değil,
Fransızlar tarafından gerçekleştirilmişti. Ama nasıl? Dışarıdan bir sabotajla değil, içeriden bir ihanetle.
Fransız istihbaratı, baştan beri İstan-bul'dan Doğu'ya sevk edilen
silah, cephane ve askerleri sıkı sıkıya takibe almıştı. "Nasıl olur?" demeyin, çünkü Almanların içine sızmış olan bir Fransız
casusu, Georg Mann adlı Alsacelı
deniz askeri, Haydarpaşa'daki karargâhta kritik bir mevkide çalışmakta, olan biteni, ara sıra yaptığı
Berlin yolculuklarında şefine gizlice aktarmaktaydı.
Haydarpaşa Garı ve çevresinin patlama günü çekilmiş fotoğrafı.
Böylece Alman karargâhının faaliyeti İtilaf güçlerine ispiyonlanıyor, onlar da özellikle İngilizlerin Filistin cephesinde ellerini rahatlatacak bir tedbiri İstanbul'da almanın çaresine bakıyorlardı. Casus Georg Mann, ekibiyle çalışarak patlayıcıların ateşlenmesini sağlamıştı.
Gün gelmiş, bir
tanık hatıralarını bir dergiye anlatarak olayın içyüzünü deşifre etmişti.
A. Baha Özler, Georg Mann'ın
mesai arkadaşlarındandı. Patlamanın duyulduğu dakikalarda Cağaloğlu yokuşundan aşağıya doğru koşarken görür arkadaşı Mann'ı. Beraberce bir motora binip Haydarpaşa'ya doğru yola çıkarlar. Garip şey; Mann'ın elinde nereden bulduysa bir
fotoğraf makinesi vardır ve patlamanın fotoğraflarını nefes almadan çekmektedir. Tanığımız şüphelenir durumdan ama susar ve İstanbul İtilaf kuvvetlerinin işgaline uğrayıncaya kadar kafasında taşır bu muammayı.
Artık Alman subaylar İstanbul'u terk etmişlerdir. Baha Bey bir gün Kohut Birahanesinde garip giyimli biriyle karşılaşır. Adam kendisini eski arkadaşı Georg Mann olarak tanıtırsa da, o sırada Alman subaylara yaklaşmak İngilizlerce cezalandırıldığı için çekinir. Bunun üzerine Mann cebinden bir
karne çıkartıp uzatır. Baha Bey hayret dolu bakışlarla göz atar karneye. Eski arkadaşının adı, "Georges Mann" olmuştur ve altında Fransızca "Bizim adamımızdır" yazılıdır.
Mann, patlamayı kendilerinin gerçekleştirdiklerini göğsünü gere gere anlatmıştır o gün. Baha Bey şaşkındır. Yıllar yılı düşman hesabına çalışan bir istihbaratçı ile birlikte çalışmıştır da haberi olmamıştır. "Derin bir üzüntü duyuyor ve vicdan azabı çekiyordum" diyor ve ekliyor: "Müttefik ve dost bildiğim bu haine kim bilir ne yardımlar yapmış, ne potlar kırmış ve ne haltlar işlemiştim!"
İşte İstanbul'un ve Osmanlı'nın tarihindeki o kara gün, belki de Filistin'in elimizden kayıp gidişini hızlandıran o uğursuz olay, Almanların içine sızmaya başaran Fransız istihbaratının eseriydi. Nitekim dost ve müttefik bildiğimiz Almanlar,
Kudüs İngilizlerin eline düşer düşmez sanki şehre savaştıkları İngilizler değil de, kendileri girmiş gibi sokaklara dökülecek ve bu kutsal şehrin Müslümanların elinden kurtarılışını çılgınca kutlayacaklardı.
Peki kim dost, kim düşmandı? Yoksa o sözde dost, bizi düşmanın tahribatından daha derinden mi yıkmıştı?