Bilgisayar kullananların âşinası olduğu programların başında herhalde powerpoint geliyor olmalı; fotoğraf ve grafik ürünlerini bir paket halinde
müzik eşliğinde bir "sunum" formuna getiren en tanıdık powerpoint uygulamaları ise "pps" uzantısıyla biliniyor.
Bu hususta bilgiçlik taslamamı kimsenin ciddiye almamasını rica ederim, çünkü pek de öyle derinlemesine bildiğim şeyler değil bunlar.
Geçenlerde
posta kutuma göz atarken, tâ liseden beri tanıdığım ama yıllardır görüşemediğim bir arkadaşımın yolladığı pps uzantılı
dosya dikkatimi çekti: Dosyanın adı "Sene 1965"ti ve devamında "Hoparlörün sesini açmayı unutmayın!" ikazı vardı.
İşin doğrusunu söylemek gerekirse ötedenberi bu gibi "dost hediyeleri"nin çoğunu hiç açmadan
elektronik çöplüğe gönderdiğimi bilmenizi isterim; bir nevi önyargı; belki de bu gibi şeylere takılırsam, vaktimi âvârelikle çarçur edeceğim endişesi beni böyle davranmaya sevk ediyor.
İllevelâkin, "Sene 1965" dosyasını tıkladım; hoparlörü açmayı da ihmâl etmedim tabii. Başladım seyretmeye; 60'lı yıllara dair fotoğraflar görünüp kaybolurken arka planda, Batı tarzında
Türkçe sözlü müzik yapan bir erkek
şarkıcının sesi duyuluyor. Bu tarzın adını bilmiyorum, yine aynı yıllarda çok dinlenen ve rağbet gören bir müzik türü.
Diyor ki şarkıcı: "Sene 1965 ve
mevsim sonbahar / Taşlık parkı,
pazar çayları,
renk renk gazinolar/ Blucin daha yeni yeni/ Sevda sarmış seni beni/ Dans dersleri, leblebili
gazoz, yazlık sinemalar/ Bak, kafeteryada delikanlılar, kolejli kızlar/ Filtresiz Harman sigarası, Cumartesi Şan sineması, langırt, frigo, shetland kazaklar/ Delidolu
gençler sıra sıra / Atlantik'te fıçı bira/ Perlon bluzlar..."
Şarkı sözlerinde hata yapmış olabilirim, kusura kalınmasın fakat üç aşağı beş yukarı böyle.
Normal şartlarda saniye sektirmeden bilgisayarın çöp kutusuna
havale etmem gereken "sunum"u, nedendir bilmem, başa alıp yeniden seyrediyorum; burnumun direği sızlamaya başlıyor. Sebebini anlatacağım.
1965 yılını ben de yaşadım; on yaşlarındaydım, çocuktum.
Daha sonradan
Suavi Karaibrahimgil'e ait olduğunu öğrendiğim o şarkı zihnimde hiç iz bırakmamış; oysa ki benzerlerini hayli dinlemişliğim vardır. O yıllarda Fecri Ebcioğlu'nun, Sezen
Cumhur Önal'ın önderliğinde plak sanayiini ve filmleri kasıp kavuran Türkçe sözlü hafif müzik fırtınasının tam ortasında geçti çocukluğum. Evimizin hemen yakınındaki Nur
Sineması'nın hoparlörlerinden - ki açıkhava sinemasıydı- bütün mahalleye yayılan her nevi müzikle dolmuştur kulaklarımız. Kaldı ki eşin dostun pikabından, evdeki
radyodan, bazı tanıdıkların "teyip"lerinden ve özellikle ecnebi sinema filmlerinden dünya müziğine dair dinlediğim şeyleri, zihnimin arka planında ancak yeni yeni hatırlayıp fark etmeye başlıyorum. Meselâ bunlardan birisi
Moody Blues adlı topluluğun seslendirdiği "Nights in white satin" isimli şarkı. Bir televizyon kanalında şarkının ulağa âşinâ melodilerini duyunca sonuna kadar dinledim ve yeniden 65'li yıllara doğru sürüklenip gittim. Şarkının ve topluluğun adını ise klibin sonundaki alt yazılardan öğrenebildim.
Sene 1965 şarkısında, -fark etmişsinizdir-, o günlerin tabiriyle
modern gençliğin, Batı'ya özenen şehirli beyaz Türklerin can attığı bir başka hayat tarzının işaretleri konu ediliyor ve bu modernlik alâmetlerinin neredeyse tamamı İstanbul'a mahsus şeyler. Taşlık gazinosunu hep duymuş fakat görmemişizdir; kezâ "Renk renk gazinolar, dans dersleri, kafeteryadaki delikanlılar, Şan sineması, Atlantik'teki fıçı bira âlemleri" gibi şeyler, biz taşra çocuklarının kulağına şurdan burdan çalınmış olmakla birlikte asla şahit olamayacakları şeylerdi.
Eski Türk filmlerinde, "Modern gençler ahlaksız ve dejenere olur." hükmünü doğrulamak için çekilen sahneler vardır hani: Gece kulübünün loş ışıklı atmosferinde çalan çılgınca müzik eşliğinde uzun saçlı, blucinli gençler, saçları oksijenle sarartılmış züppe genç kızlar saçlarını öne arkaya sallaya sallaya kendinden geçmişçesine dans ederler, sular gibi
içki içer (
soğuk çaymış meğerse o viskiler vesaireler) baca gibi sigara tüttürürler; daha sonraları bu zevkperestliğe esrar, eroin gibi uyuşturucu türleri de dahil edilerek ahlaksızlığın boyutlarında dünya seviyesini yakalamak için kendini yenilemiştir
Yeşilçam sineması... İşte bizim modern ve ahlâksız
gençlik (!) hakkındaki bilgi ve görgümüz bu gibi
iletişim kanallarına istinat etmekteydi.
Tamam, fıçı birası, dans dersleri vesaire bulunmazdı ama "perlon kazak" denilen şey pekâlâ vardı; merak edenlere hemen anlatayım; petro-
kimya sanayiinin ürettiği ilk petrol türevi ipliklerden dokunmuş bir triko çeşidiydi perlon. O günlerde "
naylon gömlek" de gözdeydi ve bekârlar arasında çok revaçtaydı. Şu sebepten: Ilık, hatta soğuk suda kolayca yıkanabiliyor, hemen kirini terk ediyor, yakaları "balinasız" da dik ve sert durabiliyor, kola gerektirmiyor ve işin en güzeli kuruduktan sonra ütü filan istemiyordu.
Çünkü yüzde yüz naylondu haspalar, ucuzdu da ve % 100 petrol ürünü.
Anladınız, işte o günleri hatırlattığı için burnumun direğini sızlattı Sene 1965 şarkısı.
Bu "sunum"u kim hazırladıysa, erinip üşenmemiş; o yıllara ait kırk civarında fotoğraf bulup eklemiş:
Philips radyo, Grundig teyp, Parker
mürekkep, İETT'nin
otobüs bileti, Beyoğlu'nda şık tayyörü ile yürüyen eşarplı bir genç kız, Brigitte Bardot (Brijit Bardo okuyacaksınız!), ebonitten mamul eski tarz
telefon cihazı, eski sigara paketleri: Yenice,
Bafra, Harman,
Kulüp, Gelincik,
Bahar... Ardından ünlü sıska manken Twiggy (Kadınların başına "sıfır beden" kavramını musallat eden
hain kız budur işte!),
Chevrolet marka beyaz bir otomobil ki mübalağasız oturma odası gibi geniş bir
araba... Ses mecmuaları,
Hayat mecmuaları, Fotoroman mecmuaları, Rusların Komünist rejimde başardıkları en büyük teknoloji ürünü sayılmak gereken Lubitel marka çift objektifli
fotoğraf makinesi, bir gençlik partisinde "hayâsızca" dans eden oğlanla genç kız, Rüzgar Gibi Geçti filminin afişi, Serkisof marka köstekli demiryol cep saati (benim var bunlardan bir tane!),
Tekel kibriti, şimdiki sahibinin yüreğine dert olan
Hilton Oteli'nin fotoğrafı (ki Hilton Oteli, Türkiye'de yıllarca yüksek hayatın, lüksün ve servetin sembol kavramlarından biri olmuştur), ustura, ustura bileylemek için kullanılan enli yağlı meşin,
Barbaros bulvarında ayı oynatan bir gezici esnafımız, muhtemelen
Caddebostan veya
Ataköy plajında mayolu kalabalığın fotoğrafı, Beyazıt'ta gösteri yapan ilk solcu kuşağa mensup gençler...
Ve daha neler neler...
1965'lerde İstanbul'da yaşadığı çevreyi beğenmeyip daha alafranga bir hayata ve eğlenceye özenen gençlerin hayatından karelerdi bunlar; öyle olması tabiiydi çünkü 60'lı yıllarda Batılı alâmetler, 50'li yıllara nazaran daha çok görünür olmuş, yaygınlaşmış ve taşranın içlerine doğru sızabilmişti. Hula-hoop diye geniş bir p
lastik çember vardı mesela; genç kızlar, delikanlılar bellerine geçirip düşürmemek için deli gibi kıvranır dururlardı; görmüşlüğüm vardır. Deneyip denediğimi hatırlamıyorum, çok küçüktüm. Transistörlü radyolar, minibüslerin ön konsoluna monte edilen suspansiyonlu ve tek plan çalabilen
şoför pikapları gibi teknoloji ürünlerinin yanında tamamen taşraya mahsus 1965 alâmetleri de vardı: Sinema önlerinde satılan
çürük ayva (ne lezzetli, ne sulu ayvalardı onlar öyle; inanılmaz!), iğde,
kestane; evlerde kapağı lastik contalı
düdüklü tencere, bayanlar için astronotların uzak kasklarını andıran fön makineleri, traştan sonra saçınıza
kolonya serpen, sıradaki müşteriler okusun diye sehpa üstünde Akbaba, Hayat dergisi bulunduran
berber dükkânları, bastonlu çikolata, Baylan sakızları...
Eminim, her kuşağın kendine mahsus bir Sene 1965 kavramı vardır; öyleyse bilgisayardan anlayanlar işbaşına; herkes oturup kendi powerpoint sunumunu hazırlasın bakalım şimdi.