Ne zamandır aklımda bu yazıyı yazmak. Dün sabah Hürriyet’te Doğan Hızlan’ın köşesinde ünlü tiyatro oyuncusu Yıldız Kenter’in mektubunu okuyunca, yazıyı bir an önce yazmaya karar verdim. Yazı, mesleğimizle,
gazetecilikle ilgili.
Belki dikkat çekiyordur, son altı-yedi aydır arada bir gazetecilik konusuna giriyorum, mesleğimizi bu mesleğin evrensel ölçütlerinde yapmamız gerektiğini söylüyorum. Bunu böyle söylüyorum; çünkü, kendi gazetem dahil gazetelerde zaman zaman bu ölçütlere pek uymayan haberler ve köşe yazıları çıktığını görüyorum.
Bunların bazıları, siyasi haberler. Genellikle de hükümetle veya iktidardaki Ak Parti ile ilgili haberler. Böyle haberlerde hata yapılınca, evrensel gazetecilik ilkelerinden bazıları göz ardı edilince genellikle büyük
kıyamet kopuyor.
Başbakan Tayyip Erdoğan ile bu medya grubu arasındaki kavgayı Başbakan ve çevresi, ‘gazetecilik ahlakına uymayan haber ve köşe yazıları’ ile gerekçelendiriyor. Verdikleri bazı örneklere ben de katılıyorum.
Kıyamet siyasi haberlerde kopuyor ama benim kişisel gözlemime göre evrensel meslek ilkelerine uymayan haberlerin en çok yoğunlaştığı alan siyasi haberler değil; içinde insan adı geçen, insan öyküleri anlatan haberler.
Polis adliye haberleri başta olmak üzere her gün onlarcasını okuduğumuz haberler bunlar.
Ancak, evrensel ilkelerin ihlal edildiği, bu ihlallerin neredeyse
kural haline geldiği iki alan var ki, bunlarda durum çok daha vahim. Bu iki alan
spor ve magazin.
***
Yıldız Kenter’in dün Doğan Hızlan’ın köşesinde yayımlanan mektubu çok tipik bir durumu anlatıyor. Bu ülkenin yetiştirdiği en önemli tiyatroculardan biri olan Kenter, son günlerde kendisi hakkında çıkan bir haberle ilgili olarak (ki haber epey geniş yer kaplayan bir haberdi) ‘Bana kimse
telefon edip veya kapımı çalıp bir şey sormadı’ diyordu.
Mesleğimizin evrensel ilkesi, habere konu olan, hakkında bir iddiada bulunulan kişilerin görüşlerinin de alınmasını emreder.
Gazeteci ya görüş/
savunma almalıdır ya da görüş almak için yeterli çabayı gösterdiğini ama o kişiye veya temsilcilerine ulaşamadığını haberinde belirtmelidir.
Bu ilke, diyebilirim ki mesleğimizin temel ilkesidir. Çünkü biz gerçeğin tekeline sahip değiliz, bizim görevimiz gerçeğin bütün yüzlerini araştırmak, gerçeğin ne olduğuna dair bütün ilgili görüşleri sıralamak ve okuyucunun gerçeğe ulaşmasına yardımcı olmak.
Ama görüyoruz ki, bu ilke çoğu zaman göz ardı ediliyor. Haberde anlatılan olayla ilgili çoğu zaman kaynağı da tam belli olmayan bir otorite bize ‘gerçeği’ tebliğ ediyor.
Konu
siyaset veya
iş dünyası gibi kuvvetli şahsiyetleri barındıran bir şey olunca, ertesi gün açıklamalar yapılıyor, düzeltme çabalarına gidiliyor vs. Epey gecikmeyle de olsa, farklı kaynakları izlemek zorunda da kalsa okuyucu gerçeğin farklı bir versiyonuna ulaşabiliyor, en azından bir haberde suçlanan kişilerin kendilerini savunmak için neler dediklerini de öğrenebiliyor.
Ama ya siyaset dışı haberlerde? Mesela sıradan bir
cinayet soruşturmasında? Önceki gün bir gazetemiz Cem
Garipoğlu’nun 197 gün saklandığı yer diye bir evin fotoğrafını yayımladı. Dün başka gazetelerde o evin sahibi olan
emekli öğretmenin sözleri vardı, ‘
Hayır’ diyordu adam, ‘Burada saklanmadı, benim ne ilgim var Garipoğlu ile...’ Bu verdiğim o kadar sıradan bir örnek ki... (Bir süre önce de fos çıkan bir ‘Garipoğlu yakalandı’ manşeti yapılmıştı, bir gazetemizdeki habere göre Cem
Ermenistan-
Rusya sınırında yakalanmıştı. Oysa bu iki ülkenin ortak sınırı yok!)
Dikkat etmediğimiz, dikkat etmeyi unuttuğumuz bir konu var: Böyle doğrudan yalan olan veya tartışmalı bir konuyu anlatan her haberimizde, eğer az önce söylediğim evrensel ilkemizi göz ardı ettiysek, en azından bir insanı kırıyoruz. O insanı ve muhtemelen yakın çevresini de gazetelere ve gazeteciliğe karşı öyle bir küstürüyoruz ki, bir daha onlar gazete ‘İki artı iki dört eder’ diye yazsa bile şüpheyle karşılamaya başlıyorlar.
Her gün gazetelerimizde onlarca insanın adı geçiyor. O isimlerin en az yarısını kırıyoruz, onlarda onarılması zor hasarlara yol açıyoruz.
***
Mesleğimizle ilgili konuşmaya yarın da devam edeceğim.