Yakın tarihimize bir göz atarsanız, hep aynı senaryolarla karşı karşıya kaldığımızı görürüz. 1950’lerden başlayan ve 1980’lere kadar devam eden bu hastalığımızı eminim sizlerde hatırlarsınız.
Türkiye’yi yönetenlerimizin en büyük alışkanlıkları sorunları çözmek değil, aksine çözümsüzlüğü
tercih etmeleriydi.
Ekonomi bir türlü rayına oturtulmaz, SSK’nın kara deliği giderek büyür , borçlar ödenemeyecek noktaya ulaşır, Sosyal çalkantılar kabarır,
Kıbrıs başta olmak üzere, komşu
ülkelerle ilişkiler krize girer, iktidarlar ise, sorunları görür, ne yapılması gerektiğini bilir, ancak hiçbiri kolları sıvayıp, eline neşteri alıp harekete geçmez veya geçemezdi.
Ne zamana kadar ?
Ekonomi iflas işaretlerini verince, önce
Washington ve Brüksel’in kapısı çalınır, ardından da IMF ile pazarlık masasına oturulurdu.
Parayı veren düdüğü çalar ya, işte o hesapla IMF’in reçeteleri uygulanmaya başlardı. SSK’daki deliğin kapatılması,
bütçe harcamalarının kısılması,
özelleştirme fırtınası,
vergi gelirlerinin arttırılmasıyla ilgili önlemler ardı ardına uygulamaya sokulurdu.
Kendi kendime hep sorardım: ” Kardeşler, bunların düzelmesi gerektiğini biliyorsunuz da neden harekete geçmiyorsunuz ? Neden IMF’in dayatmasını bekliyorsunuz ?”
Aldığımız
yanıt hep aynı olurdu: IMF istediği için yaptık dersek oy kaybetmeyiz !
Anlayış buydu...
Demokrasi ve İnsan Hakları alanında Devlet acımasız suratını gösterir. İmzaladığımız anlaşmaların aksine hareket ederdik.
Ne zamana kadar ?
Avrupa Konseyi, Avrupa Birşiği veya Avrupa Parlamentosunun sert tepkileri veya müttefik saydığımız ülkelerin kapımızı çalacakları güne kadar beklenirdi.
Hem bu tepkilere kızardık, hem de gerekeni yapardık.
Hükümetlerin gerekçeleri hep aynıydı: Müttefiklerimizle ilişkilerimizi bozmamak için adım atmak zorunda kaldığımızı söylerlerdi. Böylece oy kaybından kurtulduklarını sanarlardı!
Kıbrıs konusunda da hemen hemen aynı durumları yaşadık.
Çözümsüzlüğü benimsedik. Hiçbir yeni açılıma
destek vermedik. Yıllar boyunca Uluslararası
baskı altında yaşadık.
İlk adımı
Özal attı, şimdi Erdoğan devam ediyor...
Bu gidişi bozan ilk lider Özal oldu.
Ekonomide öylesine değişiklikler yaptı ki, IMF Türkiye’nin arkasından koşar oldu. Örnek ülke konumuna girdik.
Ardından aynı çizgiyi Erdoğan sürdürdü.
Her ne kadar iktidarının ilk yıllarında,
Avrupa Birliği baskısı sayesinde birçok
reformu- bazen istemeye istemeye – uygulamaya sokmuş olsa dahi, Kıbrıs’taki
Annan Planı ile başlayan ve şimdi de
Kürt Açılımı ile devam eden süreç ile herkesi şaşırttı.
Farklı bir yaklaşımla karşımıza çıktı.
Kürt Açılımı, olsun,
Ermeni Açılımı olsun, bunlar Türkiye’ nin en önemli sorunlarını, kendi kendine çözme girişimidir. Muhalefet, bu açılımların
Amerika Birleşik Devletlerinden kaynaklandığını, Washington’un baskısıyla yapıldığını istediği kadar ileri sürsün, genel izlenim bu girişimin
Ankara’dan kaynaklandığı şeklindedir. ABD ve AB bu sorunların çözümü için kapımızı çalarlar. Ancak ABD istediği kadar bastırsın, Ankara istemese bu noktalara gelinemezdi.
Aslında bu yaklaşım, hepimizin öz güvenini arttırmalıdır.
Kendi sorunlarını
yabancılara bırakmamak, yabancıların burunlarını sokmalarına izin vermemek en doğru yaklaşımdır. Ne zaman sizler adım atmaz ve sorunu çözümsüz bırakırsanız, o zaman yabancılar yavaş yavaş içeri sozarlar ve birgün bir de bakarsınız, duruma el koymuşlar ve önanaze çözüm planı koymuşlar.
O zaman çözüm sizin değil, yabancı güçlerin çözümü olur. Asıl korkulması gereken durum da budur...
Bu açılımda belki hemen sonuç alınmayacak, ancak ne olursa olsun ipler Ankara’nın elinde kalacak. Dışardan gelecek formüller değil, kendi aramızdaki çözümler ön plana geçecek.
Türkiye’nin böylesine ön alması, emin olun şimdiden dışarda etkili olmaya başladı bile...Çeşitli başkentlerden artık “Türkiye’nin neler yapması gerektiği”telefonları değil, “Türkiye’ nin ne yapmak istediğini” soran telefonlar alıyoruz.
Türkiye kabuk değiştiriyor...