Başbakan fırsat düştükçe "her türlü bedeli ödemeye hazırız" diyor. Bedelin "her türlü"sü ile neyi kastettiğini hepimiz biliyoruz. Eğer çabalarınız toplumun geneli tarafından nüfusun % 15'inin sorununu çözmek olarak algılanıyorsa, sandıkta bir bedel ödemeniz kuvvetle muhtemel. % 85'e derdinizi anlatmak zor.
Bedelin başka türleri de var. MHP lideri bunları hatırlatıyor. "Vatana
ihanet" ithamı için ödenecek bedel gibi. Önceki
akşam AK Parti İstanbul teşkilatının düzenlediği
iftar programında Başbakan'ın yaptığı konuşmayı dinlerken "bedel ödemeye hazırız" sözündeki duygu yoğunluğuna ve tınıya dikkat ettim. Başbakan samimi olarak "ben
ülkem için doğru olanı yapıyorum, kişisel-politik bir
hesap içinde değilim" diyor. Doğru olanı yaparım ve bedelini öderim. Kelimelere yüklediği vurgular "bu işten geri dönüş yok" anlamını da taşıyor.
Türkiye'nin değişen çehresi
Başbakan "demokratik
açılım" konusundaki kararlılığını,
Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed'in önünde anlatıyordu. "
Kürt sorunu"nun taraflarından ve sahiplerinden biri de Beşşar Esed. Türkiye'ye gelmeden önce
PKK'nın Suriyeli militanlarını çekip alacağını söylemişti. Esed'in bu ziyareti olağanüstü bir sonuç verdi; iki ülke arasında vize kaldırıldı. Bölge
politikasına biraz nüfuz edebilenler, Türkiye-Suriye ilişkilerinde gelinen bu noktanın bir mucizeye benzediğinin farkındalar.
Sadece Ortadoğu'yu değil Kafkaslar ve Balkanlar'ın yer aldığı
bölgeyi bir çadıra benzetirsek, Türkiye bu geniş bölgenin ana direği haline geliyor. ABD,
Irak'ı terk ediyor. Yerle bir ettiği dengelerin ve istikrarın tekrar kurulması gerekiyor. İsrail'in çıkarının da bölgede barış ve istikrara bağlı olduğunu, Türkiye ABD'ye kabul ettirdi. Irak ancak Türkiye'nin ağırlığını koyması ile huzur bulabilir.
Kuzey Irak'taki Kürtlerin geleceği için tek alternatif Türkiye'nin protektorası. Suriye, İran'dan Lübnan'daki Hizbullah'a uzanan zincirin orta halkası idi. ABD, yanı başında Irak'a yerleştikten sonra Suriye'yi gözüne dikmişti. Türkiye, Suriye'yi parçalayıp yutmak üzereyken aslanın ağzından çekip kurtardı. O kadar dahiyane bir politika yürüttü ki, ABD'ye de Suriye'ye dokunmasının kendi çıkarına aykırı olduğunu kabul ettirdi.
O kadar ki, bugün Türkiye'deki gelişmeleri ABD'deki think tanklere ve analistlere hamledenlerin, ABD politikasındaki değişikliklerin Türk Dışişleri'nin hangi odasında kotarıldığına kafa yormaya başlamaları lazım. Suriye ile Türkiye arasında vizenin kaldırılması, bir zamanlar
Mısır ile Suriye'nin birleşmesinden çok daha önemli ve kalıcı bir gelişme. Türkiye oyun kurucu olarak taşları büyük bir ustalıkla
yerli yerine yerleştiriyor. Ustalık, ustanın eserinde görülür. Bu ustalığa vâkıf olmak için Ahmet Davutoğlu'nun "Stratejik Derinlik"ini anlamak şart.
Kara Kuvvetleri Komutanı Or
general Atilla Ateş'in, Hatay'a gidip PKK konusunda haklı olarak Suriye'yi tehdit etmesinin üzerinden bir on yıl bile geçmedi. Nereden nereye? Her şeye komplekslerle, korkularla, miyop gözlüklerle bakanların kafalarını kaldırıp çevrelerinde olup bitenleri izlemeleri ve kavramaları lazım. Türkiye değişti ve bölgesini tanzim etmeye koyuldu. Bir bedel ödenecekse bu bedel büyüklüğün bedeli olacak. Onun faturası kolay ödenir.
25 yılda 6000 civarında asker-
sivil güvenlik personelinin şehit olduğu belirtiliyor. "Şehitlerin arasında neden bir tane bile general çocuğu yok; neden zengin bir işadamının evladı yok?" sorusu çok soruldu. "Zenginimiz bedel öder, askerimiz fakirdendir." dizesine bakarsak, bedel ödemenin bildiklerimiz dışında bir tarihi var. Osmanlı'da gayrimüslimler askerlik yapmazdı; ama onlardan Müslümanlardan alınmayan "cizye" (baş vergisi) ve "
haraç" (
arazi vergisi) alınırdı. 1856 Islahat Fermanı ile eşitlik sağlanınca gayrimüslimlerin askere alınması gündeme geldi. N
e devlet ne de gayrimüslimler bu konuda istekli olmayınca bir ara formül bulundu. Gayrimüslimler askerlik yapmayacaklar ama karşılığında "bedel-i askeri" adıyla bir askerlik vergisi ödeyeceklerdi.
Fakirin askere gitmesi, zenginin bedel ödemesi, bu uygulamanın devamıydı. O zamanlardan kalma çok eski bir türkünün şu dizeleri, yoksulların ödeyemediği bedeli anlatıyor: "Pilav pişirdim yavan/ içine kıydım soğan/ Uzanmışta yatıyor/ Uyan askerim uyan". Sizce, askerden gelen birinin önüne ancak içine kuru soğan kıyılmış yağsız bir
bulgur pilavı çıkartabilmek de ödenmiş ağır bir bedel değil mi?
Bu topraklarda yaşamak için ağır bedeller ödemek gerekiyor. Biz bu bedeli ödedik ve halen ödüyoruz. Kürt'ü Türk'ten, Türk'ü Kürt'ten farksız kılan en önemli ortak payda, herkesin miskal şaşmadan aynı bedeli
ödemiş olması. Cefada ortak olanların sefada yollarını bulmaları kolay olmalı. Derdimiz, soğan kıydığımız pilavın içine kaşığın ucuyla biraz da yağ koyabilmek.
PEKİ BİZ HAZIR MIYIZ?
Olan oldu. Olmamalıydı, ama oldu? Yanlışı sürdürmenin,
kan davası gütmenin ne kaybettiklerimize ne de yaşayanlara bir faydası var. Hepimizde yeni bir başlangıç için gerekli cesaret ve azim var. Milli geliri 750 milyar dolara yaklaşan, bütün dünyanın enerji santrali haline gelmiş bir Türkiye bedel ödemek yerine canını sıkana en ağır bedelleri ödetir. Bunun tek şartı içeride kardeşliği tesis etmektir. Kardeşliği tesis etmenin yolu da demokrasinin standartlarını yükseltmekten geçiyor. "Demokratik açılım"a, Türkiye'nin büyümesinin, büyüklüğünü sağa sola ispatlamasının yolu olarak bakmalıyız. Bu büyüklük bazen iki-üç harften ibaret. Bazen gönlünüzü açıp, herkesi kucaklamaktan. Bazen korkularınızı yenip, çevrenize güvenle bakmaktan... Türkiye
küçük bir ülke değil. Korkular, güvensizlikler, kapanmalar, statükoya sarılmalar Türkiye'yi küçültmekten başka bir şeye
hizmet etmiyor. Türkiye var olmak için büyük düşünmeye, büyük olmaya mecbur.
Ödenecek ne bedel var ise ödedik. Bu ülkede yaşayan herkes, dünyanın en müreffeh bölgesinde yaşayan birinden daha fazla huzuru ve refahı hak ediyor. Başbakan bedel ödemeye hazır olduğunu söylüyor. O ülkesi için doğru olanı yapmış bir lider olarak, kısa vadede ödeyeceği siyasi bedelden bahsediyor. Peki biz hazır mıyız? Şayet bu açılım akamete uğrar ve Türkiye'de her şey eski tas eski hamam olursa, statüko bütün çürümüşlüğü ile hükmünü yürütmeye devam ederse? Küçülmenin, yoksullaşmanın bedelini ödemeye, daha doğrusu biteviye hak etmediğimiz bedelleri ödemeyi sürdürmeye hazır mıyız? Yetmez mi, yeteri kadar bedel ödemedik mi?