İnsanlık, yaratıldığından beri doğayla başa çıkmaya çalışır.
Uygarlık, doğanın şiddetine mağlup olmamayı öğrenmek demektir zaten.
Deprem gelir, yıkar.
Sen yıkılmayacak bina yapmayı öğrenirsin.
Sel gelir boğar.
Sen, bentler, barajlar yaparak seli durduracak çareler bulmayı öğrenirsin.
Ya da öğrenmez, aldırmaz, insanları ölüme teslim edersin.
Meteoroloji, günlerden beri çok şiddetli yağışların geleceğini söylüyordu.
Aldırmadık.
Yağışlar geldi, Trakya’yı vurdu, yedi kişi öldü.
Meteoroloji, ertesi gün yağışların İstanbul’a geleceğini söyledi.
Trakya’da yaşananlar, İstanbul’da neler yaşanacağını göstermişti.
Gene aldırmadık.
Sabaha karşı sel geldi ve İstanbul’da yirmi dört kişi öldü.
Doğal afet mi öldürmüş oldu şimdi bu insanları?
Seksen yıldır görülmemiş şiddette yağmurlar yağmış.
Yağmurun çok şiddetli yağdığı anlaşılıyor, tamam.
Peki, biz ne yaptık bu yağmurlara karşı?
Ne
tedbir aldık?
Hiç.
Bu sadece bugünün işi değil.
Dün İkitelli’de taşan
Ayamama Deresi on dört yıl önce de taşmıştı.
Üstüne
beton dökmüşler.
Derenin üstündeki beton zemine de matbaalar, TIR parkları yapmışlar.
Dere, o beton zemine rağmen taştı.
Daha önce, bu betonun yeterli olmayacağını söyleyen hiç uzman çıkmadı mı?
Bu kadar mı bilgisiz ve yetersiziz?
Diyelim ki hiçbir uzmanımız yok, peki Trakya’da yaşananlar bize hiç mi bir şey söylemedi?
Derenin çevresindeki TIR parklarını boşaltamaz mıydık?
O bölgedeki trafiği kesemez miydik?
İşyerlerini bir günlüğüne kapatamaz mıydık?
Hepsini yapabilirdik ama hiç birini yapmadık.
Çünkü biz bilime, akla, önleme inanmayız.
Ölecek olanlar “fakir insanlarsa” kimsenin kılı kıpırdamaz bu ülkede.
Devlet, yıllar öncesinden alması gereken önlemleri almamış.
Belediye hiç umursamamış.
Meteorolojinin uyarılarına aldırmamış, selin ortasında belediye
otobüsleri duruyor, belediye uyarıları ciddiye almış olsa oraları boşaltır, kendi otobüs seferlerini de iptal ederdi.
Meteorolojiye inanmamışlar, Trakya’da olanları görmezden gelmişler.
Sadec
e devlet ve belediye de değil insanlara böyle vahşice davranan…
İşverenler de aynı insafsızlığı paylaşıyor.
Bir
tekstil firması işçilerini penceresi, kapısı olmayan bir
minibüse tıkıştırmış.
Minibüs selin ortasında kalınca, arabanın ön tarafında oturanlar kendilerini dışarı atmışlar ama arkadakiler çıkacak ne bir kapı, ne bir pencere bulmuşlar.
Yedi kadın o minibüsün içinde boğulmuş.
Bu insanların ölmemesi mümkün müydü?
Mümkündü.
O zavallı kurbanlar gelişmiş bir ülkenin vatandaşları olsalardı ölmeyeceklerdi.
Türkiye’de doğdukları için öldüler.
Aynı Güneydoğu’da ölüp duran çocuklarımız gibi yaşayabilecekken sadece bu ülkenin “seçkinlerinin” aldırmazlığı yüzünden ölüp duruyor insanlarımız.
Çünkü bizim devletimiz, sadece “devlet
yöneticilerini” koruyabilmek için örgütlenmiş, sıradan insanlarına boşvermiş.
Ülkenin her yanında boş yere ölüyor insanlar.
Şiddetli bir yağmur yağınca Rize’de, Gümüşhane’de, Tekirdağ’da insanlar boğuluyor.
Deprem vuruyor, kötü yapılmış binalar çöküyor, binlerce insan can veriyor.
Hiç olmaması gereken bir savaş uzayıp gidiyor, evlere
genç insanların tabutları gönderiliyor.
İnsanını böylesine öldüren bir devlet olur mu?
Bu ülkeyi yönetenlerin birinin kılına halel gelse hep beraber ayağa kalkarlar, önlem üzerine önlem alırlar ama sıra halka geldi mi başlarını çevirip bakmazlar bile.
Zaten bütün sloganları, bütün nutukları, bütün konuşmaları “devlet, vatan,
bayrak” üstüne, siz insandan bahsedenine rastladınız mı hiç?
“Ülkeyi böldürmeyiz” diye atılan nutukların sayısı belli değil, üniformayı giyen, cüppeyi sırtına geçiren, bir partiye yönetici olan “yüce devlet” diye başlıyor nutuk atmaya, “yüce insan” lafını hiç duydunuz mu?
Bu ülkeyi seksen yıldan beri yönetenlerin nutuklarını bir tarasak, bir baksak, kaç kere “devlet” demişler, kaç kere “insan” demişler.
Devlete tapıyorlar.
İnsanları öldürüyorlar.
Bu ülkede insanlar “afetten” ölmüyor, “devletten” ölüyor.
Bizim “öldüren” bu devleti değiştirip, “yaşatan” bir devlet kurmamız gerekiyor, yoksa yağmurda, depremde, savaşta ölür dururuz.