Eş, dost soruyor, neden böyle celallendin? Çok affedersiniz, özür dilerim. Bilmiyordum, küfre isyanın hakkım olmadığını. Meğer İsmet Paşa kandırmış, en az namussuzlar kadar cesur olmak, düstur değilmiş benim için.
Eyvallah tamam, sinirlenmeyeceğim, ağzımı bozmayacağım. Gelin oturalım, sakince konuşalım, kızmak, darılmak yok.
30
Ağustos resepsiyonunun eşsiz davetlilerindendim. Türbanlı mı? Değil.
Ergenekon sanığı veya şüphelisi mi?
Hayır.
Efendim, sen gazetecisin, önemli bir şahıs da değilsin, o nedenle öküz altında
buzağı arama, o davetiyenin geldiğine şükret!
Haklısınız!
Derdim, kendimle ilgili değil. Şöyle baktım etrafa, tablo hüzün vericiydi. Koskoca
Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı, Başbakanı,
TBMM Başkanı ve
Anayasa Mahkemesi Başkanı, tek başlarına, bir köşedeler. First lady yok, diğer hanımefendiler yok. Türban vetosu yemişler.
Bir başka köşede, tüm arkadaşlarının “
Anayasa Mahkemesi’ndeki müzakerelerle ilgili gizli bilgileri sızdıran kişi” olarak namını
tescil ettiği Anayasa Mahkemesi
Başkanvekili Osman Alifeyyaz
Paksüt ve Ergenekon sanığı eşi Ferda Paksüt, etrafa caka satar gibiydi.
Ergenekon sanıkları Tuncer Kılınç ve
Sinan Aygün de öyle...
Osman Bey,
ihmal etmemiş,
Atatürk dekorlu kravatını takıp gelmiş. Tersten bakıp “Atatürkçüler gizli müzakere bilgilerini sızdırırlar” gibi köstebek paranoyasına saplanıp kalmadım, “o
mahkeme kararını da göğsüne yapıştırsaydı” diye düşündüm. Belki, Atatürk fotoğrafıyla icraatının yan yana gelmesinden üzüntü duyar, kızarırdı.
Tesadüf bu, ertesi
akşam, Anayasa Mahkemesi Başkanı
Haşim Kılıç ve çocuklarını Tavacı Recep’te iftarda gördüm. Çıkışta karşılaştık, resepsiyonu hatırlatıp “Neyse ki burada hanımefendiyle iftara engel yok” diye takıldım.
Yukarıda
Allah şahit, ağzından tek kelime çıkmadı. Tam bir devlet adamı gibi davrandı, yeni bir
tartışma alanı açmadı.
Dün sabah gazetelerdeki bir fotoğraf, başka bir pencere açtı zihnimde.
30 Ağustos’ta Hakkari’de şehit düşen
Uzman Çavuş Mehmet Güçlü’nün annesi Emine Güçlü, “Benim kuzum şehit oldu, başbakanımız ne olsun bitirsin bu yanlışları, benim yüreğim yandı, başka anaların yüreği yanmasın” diye haykırıyordu.
Yüreğinin tam ortasına evlat ateşi düşen
tarifsiz duygular içindeki o anne, başörtülüydü. Tıpkı birçok
şehit annesi gibi...
Komutanlar, dün, garnizon kapısından sokmayacakları o acılı annenin şehit yavrusunun
tabutu başında sıralandılar.
Ne yaman çelişki değil mi? Cephede yavrusuna
nöbet tutturduğumuz başörtülü anneyi,
zafer kutlamasında hiçe saymak, sadece tabut başında hatırlamak...
Şimdi bunları yazınca, biliyorum,
Genelkurmay Başkanı, hoşnut kalmayacak, belki yine kızacak. Resepsiyondaki ifadeleri ve tavrından, hem gazetemiz hem benden pek haz etmediğini hissediyorum.
Yazının başında belirttik. Bugün kızmak, darılmak yok.
Genelkurmay Başkanı’nın sevgisine mazhar olmak için sonsuz sevgilerimi iletip, bağlılık bildirebilirim. Son günlerde moda oldu, hadi elini de öpelim.
Bu, işin kolay tarafıdır. Üstelik, etrafta bolca var. Böyle yaparsak, gerçeği değiştirebilir miyiz? Kor düşen anne yüreğine girebilir miyiz? Dışladığımız annelerin acısını hissedebilir miyiz?
Dünyanın döndüğünü söyleyerek tabuları yıkan Galileo, ömür boyu hapse mahkum edilmeden önce, “Dünyanın dönmediğini söyle seni affedelim” diyen Engizisyon Mahkemesi’ne şöyle
cevap vermişti: “Söylerim de ne değişir, dünya dönüyor.”
Haberiniz olsun, farkına varmasak da dünya dönmeye devam ediyor.
Beşir
Atalay ne işe yarar?
Demokratik
açılım sürecinde koordinatörlük yapan İçişleri Bakanı
Beşir Atalay, Pazartesi günü kameralar karşısına geçtiğinde beklenti yüksekti. Bakanın, gelinen son noktayı değerlendirmenin yanı sıra açılıma dair önemli detayları anlatacağı düşünülüyordu.
Güzergahı anlattı, sınırları çizdi ama detay yoktu. Merhum
Ufuk Güldemir’in deyimiyle, haber, detaydır. Belki o yüzden, Beşir Atalay gibi yöneticiler, haberciler tarafından pek sevilmez.
Ben de pek haz etmem.
Görüyorum, medyada “hayal kırıklığı” yaşanıyor. Atalay, tepkilerin odağındaki isim. Siyasilerden de kızanlar var, “dağ fare bile doğurmadı” diyorlar. Açıklama, çoğunluğu tatmin etmedi.
İlk anda, ben de aynı tepkiyi gösterdim. Toplantıda, “
açılımın koordinatları daha iyi tarif edilebilirdi” diye düşündüm.
Son 1 ayda yaşananları, parçacıl değil bütüncül yaklaşımla değerlendirince, Beşir Atalay’ın “en iyi
tercih” olduğu kanaatine vardım. Biz kızsak, tepki göstersek de böylesine ketum birinin koordinatör olması, süreç için bir lütuftur.
Çok konuşan biri olsaydı, bu tarihi proje, salçaya dönerdi.
Türkiye tarih yazıyor
Adı ne konursa konsun, yeni sürece ilişkin toplumdaki algılama, “
Kürt açılımı” olduğu yönündedir. Gerçek de budur. İsimlere takılmak, kuma başımızı gömmekten öte anlam taşımaz. Sizi rahatlatacaksa eğer, istediğiniz şekilde anabilirsiniz.
Hükümet, kısa vadede hayata geçirilmesi düşünülen tedbirleri
Ekim ayından itibaren gündeme getirmeye ve yılbaşından önce tamamlamaya hazırlanıyor. Üç aşağı beş yukarı,
taslak metin hazır gibidir.
Aslında, çok önceden ana hatları belliydi. Son nabız yoklama ve tartışmalar ışığında, rötuş yapılıyor,
uygulama takvimi belirleniyor.
Eş zamanlı olarak
Ermeni açılımı gündemde. Türkiye ve
Ermenistan, parafladıkları iki ayrı protokolle, diplomatik ilişkilerin kurulması ve ikili ilişkilerin güçlendirilmesi yolunda önemli karar aldılar.
Atılacak adımlar 5 maddede özetlendi. Ortak sınırın açılması ve soykırım iddialarının ortak
komisyon tarafından araştırılması gibi önemli kararlar var. Türkiye, yıllardır bu tezi savunuyordu.
Ermenistan ise sınırlarımızı belirleyen
Kars Gümrü Anlaşması’nı tanıyacak,
toprak talebinden vazgeçecek. En önemli pürüz, Karabağ’ın işgalidir. Bu konuda da önemli mesafe kat edildi.
Bu engelli koşuda, ilk sıcak temas Ekim’dedir. 1 Ekim’de meclisin açılmasıyla birlikte, tempo artacak.
Türkiye, ayak bağı olan Ermeni ve Kürt açılımını kazasız belasız atlatırsa, bilin ki, tarih yazacaktır.