30
Ağustos Zafer Bayramı bu yıl diğer yıllardan farklı bir atmosferde kutlandı. Malum, Ağustos geleneksel olarak orduda
devir teslim törenlerinin yapıldığı, bu vesileyle eski ve yeni türlü komutanlarının yaptıkları konuşmalarla gergin ve sıcak geçen bir aydır. Genellikle uyarı, azar ya da
muhtıra tonu taşıyan bu konuşmalar kurumun yeni karargâh politikalarını anlatırlar.
Bu yıl bu açıdan da farklı oldu.
Emekliye ayrılanlar siyasete hemen hiç vurgu yapmadı, görevi devir alanlar ordunun mücadele gücünü vurgulamakla yetindi.
Bu, önemlidir.
Peki neden böyle oldu?
Asker değiştiği, siyasetle ilişkisini gözden geçirmeye başladığı için mi?
Ya da zorunluluklar sonucu
Kürt meselesinde hükümetle aynı hedefe kilitlendiği ve onu yıpratmamak istediği için mi?
Yoksa yaptığı her siyasi çıkışın inanırlılığını, güvenirliliğini, itibarını yıprattığını fark ettiği için mi?
Velhasıl mecburiyetten mi?
Belki de hepsi…
Aslında her bir varsayım ayrı bir gerçeğe işaret ediyor, bugünün ordu içi ruh hali ve siyasi dengeleri de sanırız bunların tümünden oluşuyor.
Sonuç olarak geri çekilen, ancak kaybettiği
toplumsal meşruiyeti ve siyasi gücünün peşine düşmüş, bunu "
baskın bir
savunma politikası" çerçevesinde yapmaya çalışan bir karargâh var karşımızda.
Baskın savunma politikası…
Bu sözün altını çizmek lazım…
İlker Başbuğ
Genelkurmay Başkanı olduğu günden yana bu politikayı yürütüyor. Bir yandan ordunun itibarını yükseltmeye gayret ediyor, bunu yaparken bazen varlığını hatırlatmak için sesini yükseltiyor, bazen toplum-ordu ilişkisini güçlü ordu gösterileriyle, Zafer Bayramı'nda olduğu gibi Doğu Bloku ülkelerindeki eski gösterileri andıran askeri resmi geçitlerle tazelemeye çalışıyor.
Asker barometresi Mehmet Ali Kışlalı da söylüyor bunu:
"TSK için güçlükler dönemi 22 Temmuz seçimleri öncesinde,
cumhurbaşkanı adayı konusunda yarattığı beklenti havasının gerçekleşmemesi, seçimde AKP oylarının artmasıyla başlamıştı. … Neredeyse her önüne gelen bir fırsat bulup … TSK'yı eleştiriyordu. Asker için yaşamsal önemdeki bu 'Güvene dayalı itibar sorunu' kendisine her zaman sahip çıkmış olan toplum düzeyinde, şimdi aşılmaya çalışılıyor.
30 Ağustos Başkomutanlık Meydan Savaşı'nın 87'nci yıldönümü kutlamalarının yarattığı hava (bu konuda) olumlu (bir) gösterge…"
Son yıllarda "ordunun kadrolu gazeteci"si gibi davranan iki kardeşten Vatan'da yazanı, Hikmet Bila, bu arayışı "emir-yazı arasındaki perde"yi düşürecek kadar kesif heyecanla ifade ediyordu:
"Son yıllarda Türk Silahlı Kuvvetleri'ni yıpratmaya yönelik inanılmaz bir kampanyanın yürütüldüğüne
tanık oluyoruz (…) Dünkü törenler, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin gücünü ve kararlılığını dosta düşmana göstermek için bir fırsat oldu (…) 'Güçlü
Ordu Güçlü
Türkiye' sloganıyla 30 Ağustos'ta verilen
mesaj, herhalde
yerli-
yabancı 'lobiciler' tarafından alınmıştır. Orduya çamur atayım derken kendileri çamura gömülenler, dünkü ihtişam karşısında 'böcek mertebesi'ne indiler…"
Yeni karargâh politikasının, baskın savunma politikasının
ucuz dilidir bu, askerin diline gelip de dışarı çıkmayan sözlerdir.
Olanı anlamak için önemlidir…
Ama oraya kadar…
Zira bir kurum istemediği bir yönde adım atmak zorunda kalıyorsa, zaman onu kendisine uyarlıyor demektir.
Türkiye'de ordu tüm direnç gösterilerine rağmen, ortaya attığı güçlü ordu, güçlü Türkiye gibi
2. Dünya Savaşı artığı söylemlere, müsamere kokulu kamu gösterilerine, kontrolü altındaki asker-gazetecilere rağmen bu süreci yaşıyor.