İki mecra söz konusu.
Birincisi,
PKK ile yenişmenin mümkün olmadığı, en azından satrançtaki pat durumuna gelindiği psikolojisi...
İkincisi...
Türkiye, son dönemde bölgede
ihmal edilemez bir güç oldu. PKK'nın arkasındaki uluslararası
destek tasfiye edildi. Türkiye, çok geniş bir entegrasyonun baş aktörü olma imkânını yakaladı. Büyük devlet psikolojisi oluştu. Bu psikoloji içinde kendi iç sorunlarını kendi modeli ile çözebilecek özgüvene kavuştu... "Malum sorun", PKK'dan öte bir sorun. PKK bir şekilde yenilebilir, Türkiye'nin gücü her durumda bunu başarmaya muktedir ama ülkenin, kendi insanının sancısını, yeni sancılar üretmeden dindirmesi lazım...
Bir de bu psikoloji.
Birinci mecra, PKK ve DTP'nin
tercih ettiği bir
psikolojik çıkış noktası. Oradan yola çıkıldığında, "Açılım" PKK'nın itibarına riayet, "af" gibi küçültücü söylemlerden kaçınma, PKK'nın hayata intibakına özen gösterme, PKK'nın taleplerini gözetme vs. gibi bir akış kazanıyor. Bu durumda PKK, başlı başına bir taraf oluyor. Şu sıralar, DTP'li tüm sözcüler,
Öcalan ve PKK'yı bu anlamda gündemde tutuyorlar.
İlginçtir, devlet kaynaklı bir çizgi de garip biçimde bu söyleme imkân tanıyor.
Ruşen Çakır'ın, Vatan'daki dünkü yazısının başlığı "
Dağlıca '
açılım'ın dönüm noktası" şeklindeydi.
Dağlıca Tabur Komutanlığı'na 21
Ekim 2007 gecesi kalabalık bir
terörist grup tarafından yapılan saldırıda 12 asker şehit olmuş, 16 asker yaralanmış, 8 asker ise teröristler tarafından kaçırılmıştı. O gün tüm Türkiye'de, "Böyle bir
baskın nasıl yapılabilir" tepkisi seslendirilmişti.
Çakır yazısında Dağlıca baskınının, "PKK'nın zayıflığını değil gücünü gösterdiğinin" altını çiziyor, ardından gelen
Aktütün baskını için de şunları söylüyordu:
"PKK'nın 3 Ekim 2008 günü Hakkâri'nin
Şemdinli ilçesinde Aktütün
Sınır Karakolu'na saldırıp 15 askeri şehit etmesi, bütün askeri önlemlere rağmen örgütü bitirmenin pek kolay olmadığını bir kez daha gözler önüne serecekti."
Acaba böyle miydi?
Sonra bir gün, Şubat'taki
sınır ötesi harekât sırasında
Genelkurmay Başkanı olan
Org. Yaşar Büyükanıt,
32. Gün'e çıkacak ve Mehmet Ali Birand'la arasında şu konuşma geçecekti:
MAB:
Kandil'i TSK temizleyebilir mi?
YB: Şimdi Kandil hemen hududumuzun ötesinde değil, Hakkari'den kuş uçuşu 100 km, çok kötü bir
arazi.
MAB: Yani bütün TSK'yı gönderseniz, temizlenmez mi?
YB:
Hayır hayır arazi çok kötü, çok uzun mesafe. (32. Gün, 8
Mayıs 2009)
Bir daha sorayım:
Bu mudur?
Hükümetteki ve Türk Silahlı Kuvvetleri'ndeki düşünce bu mudur?
Eğer bu ise bunun tam da şu sıra DTP ve PKK cenahının çıkış noktası olduğunu belirtmek lazım ve böyle bir psikolojinin empoze edeceği açılım mecrası, PKK'nın süreçten tecrit edilemeyeceği kanaatidir.
Böyle bir kanaat ise maalesef, dağa çıkmanın ve orada direnebilmenin en etkili hak
arama yöntemi olduğu gibi bir sonucu getiriyor.
Böyle bir psikolojik zemin gerçekten, PKK içinde savaşanları bir misyon için hayatını kaybetme iltifatına mazhar kılarken, PKK ile mücadelede hayatını kaybeden insanların durumunu anlamsızlaştırıyor.
Ben, ne hükümetin ne TSK'nın böyle bir psikoloji ile yola çıktığını düşünmüyorum. Ama zemin, DTP tarafından bilinçli bir tarzda oraya kaydırılıyor ve medyada birçok isim de bu kampanyaya su taşıyor.
İkinci psikolojik mecranın getireceği çözüm imkânı, PKK ile pazarlığı asla gündeme almaz. Bu coğrafyada "PKK benzeri bir yapılanmaya yer kalmadı" düşüncesi, değerlendirmenin ana ayaklarından biri olur. Türkiye, bölgeye ilişkin tüm aktörlerle, çok üst planda stratejik değerlendirmeler yaparken, kim PKK'nın bu süreci engellemesine izin verebilir ki? Türkiye'nin Kuzey'i dahil tüm Irak'la, çok büyük bir entegrasyon projesini yoğurmaya çalıştığı bir süreçte, Türkiye'nin uluslararası
oyuncu rolü kazandığı bir dönemde, PKK her şeyi bozsun? Bu mümkün mü?
Ama bir sorun var. Ve sorun bizim sorunumuz. Bunun çözülmesi lazım. Bunu bizim çözmemiz lazım. İnsanlarımızın bu ülkenin vatandaşı olmaktan mutluluk duyacağı bir
toplumsal zeminin oluşturulması lazım.
"Demokratik açılım", aslında çok geniş bir
sistem düzenlemesini öngörmeli.
Sistem, neredeyse tüm toplum kesimleriyle sorunlu. Bunların çözülmesi lazım.
Ama henüz oraya gelinmedi.
"
Kürt sorunu" için uluslararası ilişkiler ağı içinde de bir ilgi var. Onu da dikkate alarak ama bunu yaparken bile kendi özgüvenini kaybetmeden bir çözüm üretmek...
Bence bu işte anahtar iki husus, özgüven ve Türkiye'nin stratejik güç potansiyelinin farkında olmak olmalıdır.