"Oysa son derece çağdaş ve
modern bir arkadaştı. Ailece görüşürdük, yazık ettiler."
Ben o zamana kadar
İskender Pala'nın bir
denizci
subayken eşi başörtülü olduğu için
Deniz Kuvvetleri'nden atılan bir subay olduğunu bilmiyordum.
Çünkü tanıdığım İskender Pala hiç bu yönünden, ne ikili görüşmelerimizde söz etti ne de medyadan onun aslında eski bir asker olduğunu okumuştum.
Meğer, İskender Pala sudan sebeplerle ya da uydurulan bir kısım sebeplerle ordudan atılan en değerli askerlerden biriymiş.
Onu tanıyan herkes öven, yücelten cümlelerle ifade ediyor.
İskender Pala bugüne kadar hiç bu yönü ile gündeme gelmedi.
Edebiyatçı kişiliği, vatanseverliği, ince ruhluluğu, Divan Edebiyatı'ndaki ustalığı ile gündeme geldi.
Bilimsel tarafını öne çıkardı ve sonunda
profesörlüğe kadar yükseldi.
Aşk, sevgi ve sanat konularında çok sayıda eseri var.
Bu eserlerin milyonlarca okuru var.
Yine eski bir Denizci askeri öğrenci olan Aydoğan Vatandaş'dan öğrendiğime göre İskender Pala Orduda
Osmanlı Tarihi ve özellikle
Donanma Tarihi konusunda da uzman kabul ediliyormuş.
Yunanistan ile Kardak Kayalıkları krizi başgösterdiğinde zamanın Deniz Kuvvetleri Komutanı
Güven Erkaya'yı (Vefat etti) bu konuda bilgilendiren de oymuş.
İskender Pala gibi bir askeri ordudan attınız da elinize ne geçti?
Hiçbir şey, koskoca bir hiç!
O şimdi bir profesör.
Yüzlerce kitabı, milyonlarca okuru, binlerce öğrencisi var.
Divan Edebiyatı'nın yaşayan ender ustalarından birisi.
Sayısı az bulunan kültür ve sanat adamlarından biri o.
İskender Pala'nın neden Deniz Kuvvetleri'ndeki subaylık günlerinden hiçbir şekilde bahsetmediğini bilmiyorum.
Kırgınlıktan mı, üzüntüden mi yoksa kendisine yapılanlardan sonra hayatının o dönemini artık hatırlamak istemediğinden mi?
Biyografisinde bile bahsetmiyor o günlerden. Bir kitabının arkasına kendi yazdığı 'neden ve nasıl yazar oldum'u açıklarken çocukluk ve
gençlik yıllarını anlatıyor ve sonrasını getirmiyor:
"Ben İskender Pala. Ders kitaplarının arasına mahrem sevgililerin resimleri gibi saklayarak evin soba yanan tek odasındaki kış gecelerinin
Teksas ve Tommiks'lerini geride bıraktığım ilk mektep yıllarından sonra -ki kendilerini takip eden soluk benizliler yanlış istikamete gitsin diye Apaçilerin atlarının ayaklarına nalları ters çaktıklarını bu vesile ile bilirim- okuduğumu hatırladığım ilk kitap Peyami Safa'nın 9. Hariciye Koğuşu olmuştu. Kitabı elime aldığımda önce Kızılderili reisi Oturan Boğa'ya
ihanet ettiğimden dolayı utandığımı ve bir asker hikayesi okuyacağımı vehmederken
safran boyalı koridorlardan eter kokusu duyarak sükût-ı hayâle uğradığımı hâlâ unutmam. Galiba kitabın adındaki koğuş kelimesinin en masum askeri anlamıyla böyle düşünmüş ve
yerli Kızılderili hikayeleri hayal ederken
Uşak sokaklarında asker koğuşu hayal eder olmuştum. 9. Hariciye Koğuşu'nu lise yıllarımda yeniden okuduğum zaman ben de
roman kahramanı gibi
hasta yatağındaydım ve ıstıraplarımın ince sızılarında bir
haram lezzeti duymuştum.
Bunu Peyami'nin Yalnızız'ı takip etti. O kitaptan aklımda kalan tek cümle -eğer yanlış hatırlamıyorsam- "Kendi kendimden nefretimin çerçevelediği ve çirkinleştirdiği bir dünyada yalnızım" idi ve ben Peyami'nin, yalnızca bu cümleye anlam katabilmek için o koca romanı yazdığına inanmıştım. Gerçekten de ilk gençlik yıllarımın bütün ruh ummanları bu cümleyle çalkalandı ve Türkiye'nin 70'li yıllarına rastlayan bütün gençlik fikir ve bunalımları yavaş yavaş beynimin cidarlarında acıyla, nefretle formatlanmaya başladı..."