Ama 21’nci yüzyılın arifesini de, Kutup Denizi’nden Pamir eteklerine ve Leh ovalarından
Pasifik kıyılarına uzanan, muazzam ve yekpare bir emperyal coğrafyayla noktalasın.
Bu kavmin kurduğu devlet
Rusya’dır v onun tarihinin başka bir eşi ve emsâli yoktur.
Ne Büyük İskender’in, ne
Cengiz Han’ın, ne de başkasının hükmettiği imparatorluklar hiçbir zaman böylesine devasa bir alana ve böylesine uzun bir süreye damga vurabilmişlerdir.
O halde, Rusya’nın ezeli yayılmacılık üzerine inşa edildiğini daima hatırlamak gerekir.
Kremlin Sarayı’nda ister otokrat çarlar, ister komünist sekreterler, isterse de oligark bürokratlar otursun, Moskofya
politikasını hep “büyümezsek küçülürüz” ilkesi belirlemiştir.
İMDİİ, tarihi olgu bütün nesnelliğiyle ve bütün çıplaklığıyla yukarıdaki gibiyken, buna rağmen, aynı Kremlin hiç durmadan “kuşatılmışlık ruhu”ndan dem vuruyor.
Daima Slav milliyetçiliğini işleyen Rus resmi ideolojisi kendi yayılmacılığını es geçip, “
mağdur” (!) gözükmek için tâ Altın Ordu’ya, Töton şövalyelere, Nazi işgallerine uzanıyor.
Komplo teorileriyle hem paranoyak korkular üretiyor, hem de “saldırganlardan korunalım” masumiyeti arkasına gizlenerek, iki ana ekseni olan bir
dış politika geliştiriyor.
İLKİNİ, eski
SSCB coğrafyasına dahil olan ve hâlâ “arka bahçe” addedilen bağımsız
ülkelerin dizginini elde tutabilmek
hedefi oluşturuyor. Bunun için de her şeyi mûbah görüyor.
Nitekim, kâh Ukrayna’ya yaptığı gibi, kara kış ortasında gaz vanası kapatarak aleni
şantaj uyguluyor; kâh Gürcistan’dan koparttığı
Abhazya ve
Güney Osetya’yı “resmen” (!) tanıyarak devletlerin
toprak bütünlüklerine
tecavüz ediyor; kâh da Baltık başkentleri bilgisayarlarına karşı gerçekleştirdiği “
virüs saldırısı”yla veya “müttefik” (!)
Belarus semalarında bile izinsiz uçurduğu MİG “resm-i geçidi”yle, aba
altından
sopa gösteriyor.
Açıkçası, Sovyet İmparatorluğu’nun yıkılışından sonra ilk kez “daralmak” zorunda kalan Kremlin bunu hazmedemiyor ve tekrar “genişleyebilmek” ihtirasıyla kavruluyor.
ANCAK, mazinin ihtirası bir şeydir, şimdinin gerçeği ise bambaşka bir şeydir!
Amennâ, Putin-
Medvedev düosu Kafkas’ta, Orta Asya’da, hâttâ kısmen Doğu Avrupa’da bile taktik başarı elde edebilirler. Ama aslında biliyorlar ki, o “ihtiras”ın hayata geçebilmesi için mutlaka ve mutlaka, Moskova’nın tekrar stratejik güce dönüşmesi gerekiyor.
Nitekim, Kremlin dış politikasının ikinci ayağını da bu hedef oluşturuyor.
Oysa, tuttuğu
atom namlusu hariç ve tüm
doğal yakıt stoklarına rağmen, Rusya artık iktisadi, ticari ve teknolojik açıdan bir “ileri devlet” addedilemez. Bu kategoride yer almıyor.
Üstelik o Rusya’da hem genel nüfus, hem de bilhassa ömür ortalaması hızla azalıyor.
Dolayısıyla da, söz konusu nükleer tetik Kremlin’in elindeki tek kozu oluşturuyor.
Zaten işte bu yüzden, ABD lideri Obama’nın hafta başı ziyarete gittiği Moskova’da, iki ülke arasındaki biraz dişe dokunur yegane ilerleme, silahsızlanma konusunda kaydedildi.
ÖYLE ve ne denli iyimser yorumlarsanız yorumlayın,
füze kalkanı projesinden İran’a
ambargo politikasına;
bölge etkinliği sorunlarından Rusya’nın sivilleşmesi yoklamalarına, tarafların yaklaşımı yuvarlak formüllerden ve “iyiniyet temennileri”nden öteye geçmedi.
Başka bir deyişle, ne kadar “ılımlı” gözükürse gözüksün, Beyaz Saray’ın yeni lideri de, tekrardan kabarmış Rus
iştah ve ihtiraslarına açık çek vermeyeceğini ortaya koymuş oldu.
Dolayısıyla, o bütün iştah ve ihtiraslarına rağmen Moskova’nın kısa vadede statükoyu çok zorlayamayacağı, zorlamaya kalkıştığı takdirde ise “dur” denileceği daha netletmiş oldu.