Yazdıkça, öğrendikçe ve düşündükçe,
Türkiye’de sorunların anası olarak görmeye başladım bu sorunu.
Asker sorunu aynı zamanda hiç kuşkusuz ‘
sivil sorunu’dur Türkiye’nin. Ancak öncelik asker sorununda yatar.
Bu konuyla ilgili olarak, TESEV’in dün yayımlanan ve “Almanak Türkiye 2006-2008:
Güvenlik Sektörü ve Demokratik Gözetim” adını taşıyan çalışmasına ben de bir yazıyla katkıda bulundum.
“Sorunların anası, asker sorunu” başlıklı bu yazımı köşeme alıyorum.
* * *
Türkiye’nin birçok sorunu var.
Kürt sorunu, din ve
laiklik sorunu,
Alevi sorunu, başörtüsü-
türban sorunu,
Ermeni meselesi,
Kıbrıs sorunu, hukuk devleti sorunu, yerel
yönetim sorunu?
Bunların tümü bir gerçeğin, Türkiye’de
demokrasi meselesinin değişik yüzleridir; iç içelikleri vardır, birbirleriyle ilintileri vardır. Ama ben bunların tümünü tek bir başlık altında topluyor -konuyu biraz daha yalınlaştırarak- tek bir soruna indirgiyorum:
Asker sorunu!
Temel konularımıza ilişkin tarifleri bu ülkede asker yaptı, kriterleri asker koydu, dikte etti. Bu kriterler, Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren devletin resmi ezberini oluşturdu. Asker, bu ‘kriterler’in ihlal edildiğine ve çok partili rejim içinde korunamayacağına ne zaman kanaat getirdiyse, kılıcını meydana attı.
Rejime ilişkin ‘asker vesayeti’ budur.
Türkiye’nin
Kürt sorunu başta olmak üzere bazı temel konularıyla ilgili olarak direksiyonda olan, arka planda ipleri asıl elinde tutan asker oldu. İpler askerin elinden kayar gibi olduğunda
darbeler geldi, müdahaleler geldi.
27
Mayıs, 12
Mart, 12
Eylül...
28
Şubat, 27
Nisan?
Asker, darbe ve müdahaleleriyle her seferinde ‘sivil
siyaset’in alanını daralttı, bu açıdan özellikle 1980’de
12 Eylül darbesiyle Türkiye’deki siyasi rejimi fena halde ‘askeri’leştirdi. Belki de halkın oyuyla
seçim sandığından çıkan sivillere yönetecek tek alan olarak ekonomiyi bıraktı.
Demokrasi ve hukuk devletinin kolunu kanadını 1982 Anayasası’yla çok fena kırdı asker. İnsan haklarını hiçe saydı.
Yargı ve üniversite düzenini cendereye aldı. Medyayı denetleyebilmek için ilginç mekanizmalar oluşturdu. Cumhuriyet’in kuruluşuyla zaten tekeline aldığı Kürt sorununda sivilleri ‘dediğim dedikçi’ bir tutumla dışladı.
Kıbrıs sorununda,
Ermeni meselesinde, laikliği, din eğitimini ilgilendiren temel konularda genellikle ‘son söz’ü kendine ayırdı.
Kısacası:
Asker 85 yıl önce kendi kurduğu, hatta bir yerde Osmanlı’nın son döneminde İttihat Terakki’den devralarak daha da
modernleştirdiği ‘devleti’ni korudu.
85 yıldır bu böyle.
‘Sivilleri’ ya da ‘seçilmişleri’ kendi başına bırakmadı, bırakmıyor. Çünkü onlara, seçim sandığından çıkanlara güven duymadı, duymuyor.
Genelkurmay Başkanlarından
emekli Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı’nın görevdeyken, 1990’ların sonunda önemli bir merkezde
büyükelçi olan bir diplomat arkadaşıma Türk siyaset sınıfıyla ilgili olarak şu söylediğini hiç unutmam:
“Bir Reagan, bir Thatcher vardı da mı,
selam durmadık önlerinde?”
Kürt sorununu çözemeyen, Kıbrıs sorununu çözemeyen, demokratik hukuk devleti sorununu çözemeyen,
insan hakları ve özgürlükler düzenine ilişkin sorunları çözemeyen bir Türkiye, aş ve iş sorununu da veya insanlarının
refah sorununu da çözemedi.
Kalkınma yarışına 1960’larda birlikte çıktığı söylenebilecek bir Yunanistan’ın, bir İspanya’nın, bir Portekiz’in, bir
Güney Kore’nin maalesef gerisinde kaldı. Bu ülkelerin insanları
Birleşmiş Milletler’in hayat kalitesi merdivenlerinde koşar adım çıkarken, Türkiye’nin insanı ne yazık ki nal topladı.
Asker, Türkiye’de egemenliği ‘sivil’e bırakmak istemedi.
Örneğin Kıbrıs’ta çözümle birlikte Türkiye’nin AB yolculuğu hızlanırsa, egemenliğin AB’nin ulus-üstü yapılarına aşamalı olarak devri gündeme gelecektir. Kendi ülkesinde egemenliği seçim sandığından çıkan sivil siyasete bırakmayı içine sindiremeyen askerin, AB’ye sözde
taraftar gözükmesinin altında yatan gerçek neden budur. Nitekim,
Genelkurmay Başkanı Orgeneral
İlker Başbuğ’un basına yaptığı son açıklamalarda, AB’ye katılmak için -örneğin üniter devlet konusunda- öne sürdüğü önkoşullar bu bakımdan ilginçtir.
İşte bunun içindir ki ‘asker sorunu!’ diyorum.
28 Şubat post-modern darbesi,
27 Nisan Muhtırası yaşandı, herhangi bir
hesap soruldu mu?
Ya
Özden Örnek Paşa günlükleri?
2003-2004 yılında, bir ucu bugün
Ergenekon’a açılan
Kuvvet Komutanları düzeyindeki darbesel, muhtırasal tertiplerin hesabı sorulabildi mi?
Bugüne kadar sorulabilmiş değil.
Ama
Ergenekon davası çerçevesinde bundan sonra sorulabileceğine dair sinyaller alınıyor. Eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral
Hilmi Özkök’ün Ergenekon savcılarına vermiş olduğu ifade ve dönemin
kuvvet komutanları Aytaç Yalman,
İbrahim Fırtına ve Özden Örnek’in ifadelerinin de gündemde olması, hesap sorma kapısının aralandığını gösteriyor.
Bu hesaplar sorulmadan, rejim nasıl
yerli yerine oturur, demokrasi ve hukuk nasıl çağdaş çizgiler kazanabilir, askerin siyasete karışması nasıl ‘meşru’ olmaktan çıkar ve bir ‘demokrasi suçu’ haline gelebilir ki?