Daha çiçeği burnunda bir ikinci kâtip olarak ve tâ Mao döneminde
Pekin elçiliğimize
tayin edildiğinde, görev icâbı, tangır tungur bir
uçakla Nankin’e gitmek zorunda kalmış.
Yerli ve yabancıların aynı mıntıkada oturması kesinkes yasakken, yer darlığından yan koltuğa, kimliğini yarenlik sırasında öğreneceği Uygur kökenli bir asker düşmüş.
Çin toplama kamplarında
üniforma giyen
Doğu Türkistanlı bu
subay, arkadaşımın gerçekten
Ankara diplomatı olduğuna inanınca da, deyimin tam anlamıyla “içini dökmüş”.
* * *
ÖNCE yarı
Türkçe - yarı Çince, uzun uzun, merkezi hükümetin, sözümona “özerk
bölge” (!) Şincan’da
yerli halka karşı uyguladığı
baskı ve özümseme siyasetlerini anlatmış.
Büyük Han milliyetçiliğinin Uygurları nasıl aşağıladığına dair sayısız örnek vermiş.
Ardından da, “sakın kağıt
kalem çıkartma ve aklında tut” uyarısını yaptıktan sonra, “şurda şu kadar çalışma kampı var; burda bu kadar
ölüm oranına ulaşılıyor; orda o kadar kalori pirinç dağıtılıyor” diye, Çin esaret sisteminin şeceresini sıralamış.
Ve, biri
Türkiye Türkü, diğeri Doğu Türkistan Türkü, iki yolcu arasındaki bu “sıcak muhabbet” zahir gözden kaçmadığı ve
pilot da muhtemelen durumu telsizle ilettiği için, uçak daha Nankin’e indiği an, bir çift milis, Uygur subayın koluna girerek onu meçhule götürmüş.
İmdii...
* * *
İMDİSİ şu ki, inkârı mümkün değil, yeryüzünde “Türklük Âlemi” diye bir olgu var!
Bunu söylemek ne ırkçılıktır, ne turancılıktır, ne milliyetçiliktir, ne de yayılmacılıktır.
Bunu söylemek yalnız ve yalnız nesnel ve inatçı bir gerçeği saptamaktır.
Başka deyişle, dün çuvaldızı kendimize batırarak “
Kürt” kimliği için vurguladığım noktayı bu defa da tersinden ve tabii ki “Türk” kimliğine ilişkin olarak tekrarlıyorum:
O halde, biz yan çizsek dahi o inatçı gerçek bizi bırakmaz ve bırakmayacaktır!
* * *
BIRAKMAYACAKTIR, çünkü tabii ki burnumuz havada böbürlenmeyelim ama asla da küçümseyemeyelim. Yukarıdaki etno-kültürel Âlem’e emperyal mirasımızı da eklediğimiz takdirde, farklı lehçe ve ağızlarıyla Türkçenin bir “lingua franca”; yani ortak sabir dil olarak kullanılabileceği alan, batıda Tuna havalisinden başlıyor ve
doğuda Moğol steplerini yalıyor.
Kuzeyde
Sibirya taygalarına uzanıyor, güneyde ise
Akdeniz kıyılarında yıkanıyor.
Artı, cumba mimarisi uslubundan şalvar basması desnine ve sığır pastırması çiminden devlet terminolojisi lugatine, söz konusu Türklük bütün bir periferiye de damga vuruyor.
Ve şüphesiz, bugünkü Türkiye de o “Türklük Âlemi”nin m-e-r-k-e-z’ini oluşturuyor.
Hem siyasi, iktisadi ve beşeri “cazibe merkezi”ni oluşturuyor; hem de Uygur subayın Nankin uçağında TC diplomatına sır ifşa etmesindeki gibi, “hissiyat merkezi”ni oluşturuyor.
O halde?
* * *
O haldesi şu ki, bu merkez konum Türkiye’nin omuzlarına dev sorumluluk yüklüyor.
Ağabeylik taslayamayız ama, “Türklük Âlemi”ndeki olaylara da bön bön bakamayız.
Yani, “Avrasyacılık” oynayan “ulusalcılar”ın partizan Çin yandaşlığına rağmen, Pekin’in Ürumçi’de gerçekleştirdiği son
katliam karşısında kayıtsız kalıp, ıslık çalamayız.
Fakat kabul, Ankara’dan “kahramanlık” bekleyemeyiz, zira realpolitik ilişkiler var.
Ancak, bizim açımızdan ne mutlu ve soydaşlarımız açısından ne bedbaht ki, Türkiye’de bir de, “Türklük Âlemi”nin başka hiçbir yerinde olmayan bir
sivil kamuoyu var!
Ve Doğu Türkistan mazlumları için şimdi onu harekete geçirelim ki, ülkemizi “Türklük merkez”i kılan özelliklere bir de “demokratik vicdan” erdemini ekleyelim.